Uzun zamandır sokakta karşılaştığım umutsuzluğu yazmak istiyorum. Aslında yazmak istemiyorum ama ne zamandır aklımda dönüp duruyor gördüklerim, duyduklarım. Hepimiz yorulduk içimizi karartan haberlerden, savaşlardan, ekonomik krizlerden. Artık içimizde sevinç yaratan haberler duymak istiyoruz hep birlikte.

Son birkaç haftada konuştuğum yirmili yaşlardaki gençlerde kesif bir umutsuzluğa ve mutsuzluğa şahit oldum. Umudunu yitirmiş gençlerin hepsinin  istinasız isteği yaşadıkları yerlerden gitmek. Mutsuzluğun ve umutsuzluğun akla ilk getirdiği gitmek duygusu oluyor sanırım. Gençlerin istediği gitmek ama ne paraları var, ne olanakları, ne meslekleri.

Yıllardır uygulanan yanlış eğitim sistemiyle gençlerimiz tek çareymiş gibi gösterilen üniversite kapılarından içeri giremeyerek bir başlarına kalıyor. On sekiz, on dokuz yaşlarındaki gençler mesleksiz, parasız ve çaresiz olduklarını anlıyorlar. Şehirlerde günün her saatinde köşe başlarında gruplar halinde dikilen gençleri  görebilirsiniz. Paraları yok, meslekleri yok, en kötüsü de umutları yok.

Defalarca değiştirilen ama hiç biri bu ülkeye hizmet etmeyen saçma sapan eğitim sistemlerinin içinde çocuklarımız harcanıyor, mesleksiz, bilgisiz, çaresiz bir köşe başında kalıyorlar. Şanslı olanlar babasının yanında manav, kuruyemişçi, bakkal ve ya esnaf olarak hayata devam ediyor. Ücretli çalışan çoğunluğun çocuklarıysa hiçbir şey yapamıyor.

Bu çocuklara bambaşka dünyalar gösteriliyor televizyonlarda. Güzel evlerde yaşayan yakışıklı erkeklerin, güzel kadınların öykülerini izlemekle geçiyor günleri. Eski dizilerde gördüğümüz çekyatların yerini modern ve lüks kanepeler aldı. Ülke nüfusunun ancak yüzde birinin yaşadığı hayat insanlarımızın normali oldu. Ekranlarda şıkır şıkır bir hayata inandırılan gençler akşam inerken sokak başlarında toplaşıp; ceplerinde karınlarını doyuracak paraları olmadığını hâlâ fark edemediler. Onlar uyuşturulmuş bir halde sokaklardan akan hayata bakarken hayal kurmaya devam ediyorlar. Bir gün gerçeği fark edecekler ve içlerinde büyük öfke patlamaları başlayacak. İşte o öfkenin yakacağı ateş hepimize ulaşacak.

Konuştuğum gençlerin hepsi buralardan gitmek istiyorum dedi. Nereye diye sorduğumda aldığım cevap hiç değişmedi; sanki hepsi ağız birliği etmişçesine ‘’neresi olursa’’ cevabını verdi. Çok çaresizlerdi. Çok mutsuz. Sanki hayattan hiç beklentileri kalmamış gibi. Artık toplum olarak derin bir bunalımın içindeyiz. On beş yaşındaki çocuklar umutsuzluktan sinir boşalması yaşıyor. Hepimizin kaygıları çok artmış durumda.

Bu ülkenin en yetenekli, en zeki gençleri umutsuzluk ikliminden kurtulmak için terk ediyorlar bu ülkeyi. Gittikleri yerlerde onlarca başarıya imza atıyorlar. Biz onları gazete manşetlerinde görüyoruz; çoğu gazete ‘’ne kadar gurur duysak az’’ minvalinde başlıklar atıyor. Oysa ‘’utanmalıyız’’ olmalı başlıkları. Biz bu insanları nasıl kaçırdık olmalı. 

İç huzuru olmayan insanlar üretemez; insanımıza önce bu huzuru sağlamalıyız.

Hiç birimiz acının, çaresizliğin ulaşamayacağı yerlerde değiliz. Bir gün belki onlarca yılda zar zor inşa ettiğimiz sırça köşklerimiz yıkılıverir. Hepimiz içinde yaşadığımız toplumun bir parçasıyız. Toplumda başlayan olumsuz ve ya olumlu ne varsa mutlak bize ulaşacaktır. Bizlere düşen görev yaşadığımız toplumdaki olumsuzluklarla savaşmak olmalıdır. Şimdi savaşmazsak kapımızı çaldığı zaman savaşmak zorunda kalacağız.

Baştan başlamamız gerekiyor. Her yerde türeyen ve niteliksiz eğitimleriyle yetmişli yılların lise düzeyine bile ulaşamayan apartman üniversitelerinden kurtulmalıyız önce. Nitelikli ve çağımıza uygun eğitim veren okullar kurmalıyız. Seçme ve yönlendirme ilkokuldan başlamalı. Gençlerimizin hepsini meslek sahibi yapmalıyız. Ülke ihtiyaçları belirlenmeli, okulların ve üniversitelerin standartları belirli bir seviyenin altına düşürülmemeli. Bu ülkenin kısıtlı kaynakları boş yere harcanmamalı.

‘’Bu kadar  cehalet ancak tahsille mümkündür’’ diyor Sakallı Celal.

Evet haklıdır. 1950 yılından sonra bizlere dayatılan sistem budur.