"Bu manzarayı görün ey ahali!" diye haykırasım geliyor.

Neyi mi?

Siyasetin havanda su dövmeye devam ettiğini gördükçe Necip Fazıl Kısakürek'in şu dizelerini:

"Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!

Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak

Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden

Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden

Çekiyor tebeşirle yekun hattını afet

Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!

Durum diye bir laf var, buyurun size durum

Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodrum!"

Neden mi?
Önümüzde iki ayrı gözüken ancak özünde aynı kapıya çıkan olay var.

Biri; uyuşturucu kullanan AK Parti büro elemanı genç.

Diğeri, CHP'li belediyelerden aldığı yüklü "hizmet" ihaleleriyle gündeme oturan gazeteci Enver Aysever.

"İkisinin birbiri ile ne alâkası var. Biri kriminal bir olay, diğeri ise akçeli bir iş" diyeceksiniz. Aslında ikisinin de ortak yönü beni isyan ettiren nokta.

Evet; uyuşturucu kullandığı görüntüler ve lüks yaşamı ile gündeme oturan Kürşat Ayvatoğlu olayının kriminal bir yönü var. Yasalar çerçevesinde cezasını çekecek. Hiç kimse de bu konuda adalet terazisinin ayarıyla oynamaya cesaret edemeyecek.

Enver Aysever olayında da, İzmir Büyükşehir Belediyesi, sözkonusu ihaleyi iptal etti, çalıştığı Cumhuriyet gazetesi olayı "etik dışı" bulduğu için Enver Aysever'le ilişiğini kesti.

Bundan sonrası eğer varsa bir usulsüzlük, yolsuzluk tamamen İçişleri Bakanlığı müfettişleri ile yargının işi.

DEĞİRMENİN SUYU...

Olayın ortak yönü şu:

Kürşat Ayvatoğlu da, Enver Aysever de "güce yakın olmanın" verdiği avantajla kurmuş düzenini. Sosyalist bir "muhalif yazar" olarak CHP'li bazı belediyelerin gücünü, gelir kapısına çevirmiş Enver Aysever. Ayvatoğlu da belediye bürokratı olarak sınıf atlamış ve terfi etmiş lüks yaşama.

Bir memurun, işçinin ömür boyu çalışsa alamayacağı otomobillere sahip olmuş, ticaretini yapmış. Vergisini vermiş mi, vermemiş mi belli değil. Ama "üst kattaki ziyafet"ten payına düşeni her ikisi de "gücün sahiplerine yakın durma" becerisiyle almayı başarmış.

İddiaya göre ana kaynak, belediyelerin ihale ettiği "hizmet alımı" işleri. Kültürel-sosyal faaliyetlerle ilgili hizmetler.

Parti ayrımı yapmaksızın tüm belediyelerin yıllık bütçelerine bir göz atalım. "Tanıtım ve ikram giderleri"nin ne kadar yüksek olduğu hepinizin ilgisini çekecek. Belediye, vatandaşlar için bir etkinlik düzenliyor. "Bin kişilik" olması öngörülen etkinlik için "hizmet alımı" yapılıyor. 100 kişi dahi katılmıyor ama yine aynı para ödeniyor.

Belediye; "ikram" adı altında tuhaf hediyeler alıyor ve bunu da davet usulü yaparak milyonlar ödüyor. Kime, neden ikramda bulunma ihtiyacı doğuyor, izah eden yok.

Çünkü kanunda bir şekilde yeri var.

VATANDAŞIN ARSALARI

Daha önce dikkat çektim. Ülke genelinde ve özellikle büyük şehirlerde belediyeler borç içinde yüzüyor. Bazı belediyelerde, geçmiş dönem borçları nedeniyle hizmetler aksıyor, yapılması elzem hizmetler bile yerine getirilemiyor.

Peki, belediyeler "güce yakın" olmayı başaranların lüks yaşam kaynağını nereden aktarıyor?

Önemli ölçüde vatandaşın, "yatırım" olsun diye aldığı arazilerden.

Turgut Özal'ın Başbakanlığı döneminde çıkarılan İmar Kanunu'nun 18'inci maddesi en güçlü silahları.

Şehrin uzak köşesinden "geleceğe yatırım" için 500 metrekare bir arsa alan vatandaş, "emekli olana kadar orası gelişir, bir bölümüne evimi yapar kiradan kurtulurum, diğer bölümünü de gerekirse satarım" hayalleri kuruyor.

Bölge gelişmeye başlıyor ve belediye "imar planı" yaparak arazinin önce sınıfını tayin ediyor. Konut veya ticaret alanına göre, arsa sahibi de yatırımını planlamaya başlıyor.

500 metkekare arazinin yüzde 40'ı "imar yasası"na göre belediyenin. Yani vatandaşın elinde 300 metrekare kalıyor. Belediyeye bu yetkiyi veren kanun, elde edilen arazinin "sosyal donatı" alanı olarak kullanılmak üzere alındığına da işaret ediyor.

Ama o arazilerin büyük bölümü, ne çocuk parkı oluyor, ne otopark, ne okul, ne de sosyal hizmetler verecek kreş, tiyatro vb. etkinlik alanı.

Genellikle belediyeler bu arazileri borçlarını ödemek için yok pahasına satıyor. Alan kişi, bir imar değişikliği ile ödediği paranın kat be kat fazlasını kazanacak duruma geliyor. Bir yanda "rantiye", diğer yanda arazi satarak borç ödeyen belediye. Hangi borcu? Kürşat Ayvatoğlu veya Enver Aysever gibi çok sayıda "güce yakın olma" becerisi gösteren kurnazın lüks yaşamını sağlayan harcamadan doğan borcu...

Geçtiğimiz haftalarda yargının verdiği bir karara dikkatinizi çekip konuyu kapatayım.

Çalıştığı işyerinden çıkarılan işçi, alacakları için mahkemeye başvuruyor. Mahkeme de 10 bin lira tazminata hükmediyor. Üst yargı, "sebepsiz zenginleşme" diyerek bu tazminat miktarını fazla buluyor.

Asıl "sebepsiz zenginleşme"nin adresini verdim ve ahaliye sesleniyorum:

Tüyü bitmemiş yetimin hakkından pay alma yarışına girenleri hiç ama hiç unutmayın...