“İklim krizi kapıda” söylemi değişeli uzun zaman oldu. Doğru ifade artık “iklim krizi evin içinde.”
Havaya bakarak mevsimi tahmin edemeyeceğimiz zamanlara çok da bir şey kalmadı gibi. Bir sabah uyanacağız ve hangi mevsimde olduğumuzu anlayamayacağız. Bugün ayın kaçıydı diyerek yaşadığımız küçük kafa karışıklığımızı, telefonumuza ya da akıllı saatimize bakarak çözebileceğiz ancak hangi mevsimdeyiz sorusunun doğru yanıtını, havaya bakarak tahmin edemeyeceğiz. Yağmur ya aylarca yağmayacak ya da bir haftada yıllık ortalamayı aşacak. Kuruyan, çatlayan toprak, mahvolan doğa, susuzluk, taşan sellerin yaşam alanlarını perişan etmesi. Bunlar kehanet değil, çoktandır yaşamaya başladığımız adı konmuş bir gerçek: İklim krizi.
İşte bu kriz karşısında toplumların en büyük ortak sözlerinden biri, 2015’te kabul edilen Paris İklim Anlaşması. Ama ortak sözlerin altında eşitlenemeyen adalet tartışmaları ve muğlak bırakılmış maddelerin yarattığı kaygılar var.
Paris İklim Anlaşması’nın temel hedefi, küresel sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmak. Mümkünse 1.5 dereceyle sınırlamak. Bu hedef, Aralık 2015’te Paris’teki COP21 zirvesinde belirlendi, 2016’da imzaya açıldı. Türkiye ise bu anlaşmayı ancak 2021’de TBMM’de onayladı. Onayladı ama soru şu: Bu oyunun kuralı aynı, ama oyuncular gerçekten eşit mi?
Türkiye’nin onayıyla eşzamanlı yürürlüğe giren İklim Yasası Taslağı, kamuoyunda neredeyse hiç tartışılmadan hazırlandı. KONDA’nın 2023 araştırmasına göre halkın %70’i bu yasadan haberdar bile değil. Oysa bu yasa, ülkenin sanayisini, ekonomisini, hatta gündelik yaşamını dönüştürecek potansiyele sahip.
Ancak bu potansiyelin yönü tartışmalı. Uzmanlara göre yasa, iklim krizini önlemenin ötesinde, karbon ticaretini önceleyen bir zeminde şekilleniyor. Yani emisyonları gerçekten azaltmak mı, yoksa salımı piyasalaştırmak mı? Bu sorunun yanıtı, taslağın en detaylı bölümünün karbon piyasasıyla ilgili olmasıyla verilmiş gibi. Emisyonları azaltmayan şirketlere ne gibi yaptırımlar uygulanacağıysa hâlâ belirsiz. Bu noktada bir soru geliyor aklımıza; hangi yeşil? Doğanın yeşili mi, paranın yeşili mi?
Kâğıt üzerinde çevreci olmak kolay. Asıl mesele, bu satırların ne kadar gerçek dönüşüm getirdiği. Üstelik Paris Anlaşması’nın kendisi de bazı yönleriyle muğlak: Emisyon azaltım taahhütleri bağlayıcı değil; gelişmiş ülkelerin finansman vaatleri net değil. “Gelişmiş” ya da “gelişmekte olan” ülke ayrımı hâlâ gri bölgede. Karbon ticareti mekanizmaları şeffaflıktan uzak. En önemlisi, iklim krizine uyum konusunda somut adımların eksikliği, özellikle kırılgan ekonomileri büyük risk altında bırakıyor.
Gelin asıl soruya gelelim: Bu mücadele ne kadar adil?
Gelişmiş ülkeler 200 yıl boyunca sanayileşirken atmosfere bolca karbon saldı. Bugün küresel emisyonların %50’sinden sadece dört aktör sorumlu: Çin, ABD, Avrupa Birliği ve Hindistan. Türkiye ise bu tabloya geç dahil oldu. Buna rağmen Paris Anlaşması Türkiye’yi “gelişmiş ülke” kategorisinde değerlendiriyor. Bu sınıflandırma, Türkiye’yi hem karbon azaltımı yükümlülüğüne hem de finansal destek alamama durumuna itiyor. Suya en son girenle, en önce giren neden aynı cezanın yükünü taşıyor?
Bu yüzden Türkiye, 2015’te anlaşmayı imzalamış olsa da yıllarca taraf olmadı. Çünkü gelişmekte olan ülkeler için ayrılan iklim finansmanına erişimi yoktu. Son yıllarda bazı uluslararası fonlara erişim sağlanmaya başlandı, ama hâlâ sınırlı ve geçici çözümlerle idare ediliyor. Oysa bu dönüşümün maliyeti, özellikle enerjide dışa bağımlı Türkiye gibi ülkeler için oldukça yüksek.
Türkiye’nin büyüme modeli hâlâ enerji yoğun sektörlere dayanıyor: inşaat, çimento, demir-çelik, otomotiv. Paris Anlaşması’na uyum, bu sektörlerin dönüşmesini, dolayısıyla istihdamın ve ihracatın yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. Bu da sosyal boyutuyla ele alınması gereken bir mesele. Yani sadece bacaları değil, alışkanlıklarımızı da dönüştürmek zorundayız.
Oysa yasa taslağında iklim adaletine dair tek satır yok. Geçim derdiyle yaşam derdi birbirine dolanmış durumda.
Halbuki Türkiye’nin yüksek bir yenilenebilir enerji potansiyeli var: güneş, rüzgâr, jeotermal… Ancak bu potansiyeli değerlendirmek için teknoloji transferi ve ciddi yatırım gerekiyor. Uluslararası iş birlikleri ve finansal destek olmadan bu süreci sağlıklı yürütmek zor.
Kabul, eylemi; eylem ise hakkaniyeti beraberinde getirmeli. Çünkü iklim değişikliği herkesi eşit etkilemiyor. En az kirletenler, en çok bedel ödeyenler oluyor. Bizim ihtiyacımız olan şey, sadece düşük karbon değil; hakkaniyet.