Oyun çağında bir çocuktum. İETT'de biletçilik yapan dar gelirli bir babanın ikinci oğluydum. Yırtık ayakkabı, yamalı pantolon, farklı renkten bir orlon iplikle teğellenmiş kazakla geçerdi günümüz. Fakirdik ama mutluyduk. 

Televizyon mahallede bir iki kahvehanede vardı, evlere bile girmemişti daha. Aynı binada oturan kadınlar, genellikle pazara birlikte giderlerdi. Durumu daha hallice olanlar, diğerleri alamadığı için o hafta balık almazdı, apartmanda kokacağını ve bunun da ayıp olacağını düşünürdü. "Komşusu açken tok yatanlar" henüz çoğunluğa ulaşmamıştı, yadırgayarak parmakla gösterilirdi.

Mahallemizdeki başka çocuklardan görerek bir boya sandığı edinmiştik ağabeyimle birlikte. Babam karşıydı ama harçlığımızı çıkaracağımız için göz yumuyordu. Alın teriyle para kazanmaya da alışmamızın yolunu açmıştı o boya sandığı...

* * *

Bir Cumartesi günü, zorla taşıdığım sandığı sırtlayıp Bayrampaşa Yeşil Camii'nin oradan cezaevine doğru yola koyuldum. Birkaç kez dinlenerek yokuşu tırmanarak Tuna Caddesi'nin köşesine çıktım. İlk müşterim, tam köşede bulunan nalbur oldu. Ayakkabısının bir bölümünü boyadıktan sonra müşterisi gelince ara verdim. Müşteri, birkaç paket toz boya ile bir de soba boyası aldı. Kış öncesi sonrası hemen her evde yapılan hazırlıklar...

Tam çıkacakken "Fırça almayı unuttum" diyerek geri döndü. Kapıya yaklaşmış olan nalbura "Badana ve soba boyası için fırça da ver bana" dedi. Nalbur, "Fırçayı da şuradan al" diyerek iki bina alt taraftaki diğer nalburu gösterdi müşterisine. Daha önce de tanıştıkları her halinden belli olan müşteri "Ne farkı var ki abi, sen de fırçayı Gaziosmanpaşa'dan almıyor musun?" dedi.

Nalburun verdiği cevap, o yaşlarda aldığım en önemli hayat dersiydi belki de:

"O daha siftah yapmadı, fırçayı da ondan al..."

* * * 

O esnaflık, o insanlık öleli yıllar oldu farkındayım. 

Ama bugün, bu hale nasıl geldiğimizi hâlâ anlayabilmiş değilim. 

O yıllarda, insanlık dışı olaylar ender olur, olunca da aylarca konuşulur, lanetlenirdi. Şimdiki gibi, çocuk tecavüzleri yaşanmazdı. Yaşandığında, her evde ağıtlar, katile lanet okunur, hatta infial yaşanırdı. 

Hiç kimse "6 yaşındaki çocukla nikah kıyılabilir" diye fetva verme cesareti gösteremezdi. Gösterse de, "sapık" yerine konulur, toplumdan dışlanır, o diyarı terk etmek zorunda kalırdı. 

Hiç kimse, tecavüze uğrayan çocuğun rızası olup olmadığını sorgulayamazdı. Sorgulayan da sapıkla aynı kefeye konulur, yüzüne tükürülürdü...

Yüzde 98'i Müslüman ülke olarak övünürdük, ama kimin Alevi, kimin Sünni olduğunu sorgulamazdık. Hatta öyle bir "ayrım" bile konuşulmazdı hiç bir yerde. Kimse kimsenin dininin, ibadetinin jandarmalığını yapmazdı. Kendisini sorgular, toplumun yazısız kuralları çerçevesinde alın teriyle yaşardı herkes...

"Nasıl bulursan bul, yeter ki parayı bul" mantığının yerine "helalinden kazanç" kuralı vardı. "İnsanların yüzüne nasıl bakarım" diyerek herkes yalandan kaçınır, Sülün Osman gibiler, yadırganarak anlatılan "üç kağıtçılar" olarak nam salardı. 
Kimse, sosyal veya siyasal statüsü, makamı ve parasından dolayı kendisinde her istediğini yapma hakkını göremezdi. Sosyal, siyasal veya makamdan gelen o güce kavuşmak için "her yol mübah" sayılmazdı...

Yolda bulduğun bir eşya veya para senin değildi, sahibini arar bulmaya çalışırdın. Bulamadıysan, ya mahallenin camisine bırakırdın, ya da karakola, muhtarlığa. "Sahibi mutlaka ortaya çıkar" diye umut eder, bulduğunu sahiplenemezdin. "Haketmediğin hiç bir şey senin değildir" derdi çünkü herkes...

* * *
Böyle bir iklimde yetişip, kişiliğin de ona göre şekillenince, "ben" değil "biz" diyerek bakıyorsun hayata. Kendine yapılmasını istemediğin hiç bir şeyi karşındakine yapmadığın için; istismar ediliyorsun, kullanılıyorsun, hayal kırıklıkları yaşıyorsun ve çok üzülüyorsun ama yine de "biz"den vazgeçemiyorsun. 

Koca koca adamlar, makam, mevki, unvan sahibi isimler gözlerinin içine baka baka "yalan" söylüyor, sineye çekiyorsun. 

En "emin" görmen gerekenler, gözlerinin önünde duygularını, inançlarını, manevi değerlerini "sömürerek", dünyaları elde ediyor, engelleyemiyorsun... Emeğini, paranı, malını bırak, dinini, ahlâkını çalıp, yerine kopyasını koyuyorlar güç yetiremiyorsun...

Yine de "biz" demeye mecbur hissediyorsun kendini. Çünkü hamurun böyle yoğrulmuş, kişiliğin böyle oluşmuş. Ailenden kalan yegane miras da bu olmuş...

* * *

Şaman felsefesinden kulağımıza küpe olması gereken önemli bir "insanlık" dersiyle tamamlayalım :

Doğada hiç bir şey kendisi için yaşamaz..

Nehirler kendi suyunu içemez..
Ağaçlar kendi meyvesini yiyemez..
Güneş kendisi için ısıtamaz..
Ay kendisi için parlamaz..
Çiçekler kendisi için kokmaz..
Toprak kendisi için doğurmaz..
Rüzgar kendisi için esmez..
Bulutlar kendi yağmurlarında ıslanmaz..
Doğanın Anayasasında ilk madde şudur;
Her şey bir biri için yaşar..

* * * 

Bir biri için yaşamak doğanın kanunudur. Eski çağlardan beri süregelen bir anlayış bu. Aslında özü iki cümle: "Biz olduğumuz zaman benim ben, ben olduğum için sen sensin..." 

Müşterisini siftah yapmamış komşusuna yönlendiren tüm esnaflara, komşusu açken tok yatamayanlar varsa hâlâ, hepsine selam olsun.