Gerçekten çok gerçeğin kanıtını istemek…

Bu cümlenin üstüne biraz düşündüğümüzde altında derin anlamlar bulabiliriz. Hatta soru işaretleriyle dolabiliriz.

Bu cümleyi duyduğumda aklıma gelen ilk şey sivri biber oldu. Evet yanlış okumadınız sivri biber...

Herkesin bildiği gibi sivri biberin türleri vardır. Bazıları acı gibi görünür değildir, bazıları tatlı gibi görünür acıdır. Bazıları ise göründüğü gibidir.

Sofrada, markette, pazarda biber ile ilgili çevremizdeki insanlarla kurduğumuz en yaygın diyalog ise “Acı mı, tatlı mı?” sorusu olur. Bazen acıysa almaya ya da yemeye yanaşmayız, bazen de özellikle acı olanını ararız. Ararken denemek yerine, önce sorarız. Çoğu zaman ağzımız yanmasın diye sorarız, bazen de alışkanlıktan...

Peki ilk önce kendimiz biberin tadına bakıp, denemek yerine neden bizden önce deneyen insanlara sorma gereği duyarız? Hiç düşündük mü?

Sadece ağzımız yanmasın diye mi?

Peki hayatımızda başkalarına sorduğumuz böyle daha kaç soru var sizce?

"Önce şekerin tatlı olduğunu kanıtla, onu ondan sonra yerim" diyen bir çocuk gibiyiz çoğu zaman… Belki de kaçırdığımız şey, şekerin tatlılığının kanıtının şekerde değil, damakta olduğu…

Onun tadını kanıtlamak için tadına bakmak zorundasınız, bunun başka yolu yok...

Süreç, "Bu şeker midir?", "O tatlı mıdır?" diye sormakla başlar ve tadına bakıncaya kadar karşınızdakinin verdiği güvenceyi kabul ederek devam eder. Bu kuşkuludur, eksiktir.

Ne zaman ki tadına kendiniz bakarsınız, işte o zaman kuşkular dağılır ve bilginiz birinci elden ve sarsılmaz olur.

Örneğin ben de sizden bana inanmanızı istemiyorum. Sadece başlangıç için yeteri kadar güvenmenizi istiyorum.

Hayatta her adım kendini kanıtlar ya da çürütür. Bizler çoğu zaman gerçeğin kendisinden önce, gerçeğin kanıtını istediğimiz için tökezleriz.

Peki, kanıtın kanıtı ne olacak?

Kanıtın kanıtını düşünmek sizi sadece geriye götürür…

Gerçeğe ulaşmak için kanıtlar istemeye son verip, bazen sadece o şeyi doğru olarak kabul etmek zorundayız.

Onun ne olduğu gerçekten önemli değildir. O, ben olabilirim, kendiniz olabilirsiniz, yazdıklarım olabilir, herhangi bir şey olabilir…. Bu durumlardan her birinde siz doğru olduğu bilinmeyen bir şeyi, bir kimseyi doğru kabul edersiniz. İşte eğer bir an için olsun, doğru kabul ettiğiniz o şeye göre hareket ederseniz, çok geçmeden bu sizi bir sonraki adıma götürür.

“Bu biraz da, karanlıkta bir ağaca tırmanmaya benzer. Tırmanırken ancak, bir önceki dala çıktıktan sonra bir sonraki dalı yakalarsınız.”

Bilimde buna deneysel yaklaşım denir. Bir kuramı kanıtlamak için, deneyinizi, sizden önce deney yapmış olanların bıraktıkları işlem talimatına uygun olarak yaparsınız.

Bazen böyledir. Bazen denemeden bilemezsiniz.

Birçoğumuz gerçeğin, isimlerden ve formlardan ayrı bir yerde durduğunu imgeliyoruz, sanıyoruz… Oysaki isimler ve formlar gerçeğin durmadan değişen ifadeleri olabilir mi? Belki de tüm bunlar  gerçekten ayrı değildirler.

Gerçeğin kanıtını istiyoruz… Belki tüm mevcudiyet kanıttır.

Var olanları varoluştan, varoluşu gerçekten ayırıyoruz… Belki hepsi birdir.

Yazımı Maharaj’ın söylediği şu sözlerle bitirmek istiyorum;

Bilmediğiniz gerçeğin kanıtını aramak yerine, bildiğinize inandığınız şeylere ait kanıtları incelemeden geçirin. Göreceksiniz ki hiçbir şeyi kesin bilmiyorsunuz.

Siz söylentilere güveniyorsunuz.

Gerçeği bilmek için kendi deneyimlerinizin içinden geçmelisiniz.