Farklı Anlamlar

Pencereden dışarıya bakıyorum. Kaçıncı kattayım anımsamıyorum ama epeyce yüksekteyim. Şehir alabildiğince uzanıyor gözümün önünde ve günün devinimini yaşıyor. Şehir, devasa büyüklükte canlı bir organizmaya benziyor. Binalara, bazen akan, bazen akmayan trafiğe, hızlı hızlı yürüyen insanlara bakıyorum.

Abone Ol

Orada olduğunu bildiğim bir yer var. Şehrin içinde ama güne akmayan, orada öylece duran bir yer. Orada olanlar için zamanın bir şey ifade etmediği bir yer. Başımı hafifçe sola çevirdiğimde göreceğim, tanıdık bir yer, bir mezarlık.

Baktığım pencere bir hastane penceresi, refakatçisiyim annemin. Pencereden görünen mezarlık yıllar evvel abimi defnettiğimiz, yakın zamanda da babamı defnettiğimiz mezarlıktan başkası değil. İlk fark ettiğimde çok garipsemiştim, üzülmüştüm. Yaşamla ölüm arasında incecik bir çizgi olmuştu hastane. Düşünmek istemesem de aklımdan geçmesine mani olamıyordum yaklaşmakta olanın. Pencereden görünen o son durağın annemi de alacağını seziyordum. Odamızın penceresinin o mezarlığı görüyor olmasına içerliyordum, haksızlık gibi geliyordu, kötü hissediyordum.

Bir hastane penceresinden şehre baktığım o günü, tramvayda yol alırken düşünüyorum.

Yolculuğumun biraz gerisinden başlasam iyi olacak. Metrobüsten Topkapı’da inip tramvaya aktarma yapacaktım ki bir durak önce iniverdim. Başka bir yere gidiyorsunuzdur aslında ama yolunuz öyle bir yerden geçer ki durmak istersiniz. Oradan otomobille geçiyorsanız duramazsınız, ama metrobüsteyseniz bu mümkündür ve inmemek olmaz. Hayatın akmadığı, saatlerin, günlerin anlam taşımadığı, hastane penceresinden baktığımda beni üzen mekânı ziyaret ediyorum.

Gazeteye gitmem gerekiyordu o gün. Tramvay’dan Çemberlitaş’ta indim. O güzergâhta yürümeyi öğrencilik yıllarımdan beri çok severim. Sultanahmet’e doğru yürürken durup, bir büfeden su ve bir dergi aldım, sırf sevdiğim birinin yazısı var diye ve sırf zihnimi dağıtmak için bir banka oturup, sevdiğim yazarın yazısını okudum. Ama bazı sandıklar açıldı bir kere.

Günlerin ayların, anların saklandığı sandıklar var. Bir yolculuk, geçmişte bir yerlerde saklanan bazı sandıkları açıveriyor ve siz farkında olmadan birden fazla yolculuk yapıyorsunuz. Siz bir toplu taşıma aracında ilerlerken, ruhunuz başka yollara girip, başka yerlere gidiyor.

Her yılın sakladığı anlar, saatler, günler var şu hayatta, hepimiz için apayrı anlamları olan. Bazı işler olur ki tufana benzer, sırayla yaşarız hepimiz, farklı yılların farklı günlerinde değişik biçimlerde. Sağ çıkmışsak o günlerden, tufanlarımızı alır sandıklara koyar, o yıllar. Yaşadıklarının emaneti o yılın sandığına aittir. Orada saklanır ama anahtarı sendedir, her aklına düştüğünde açar ne var ne yok dökersin önüne.

O yıl; annemin sık sık hastaneye yatıp çıktığı, benim sık sık hasta yakını olarak ambulansa bindiğim, ailece yoğun bakım kapılarında beklediğimiz günleri saklar.

Yoğun bakımdaki yakınınızı görmek istediğinizde göremiyorsunuz. Kısıtlı bir süre için içeriye girebiliyorsunuz, öyle tüm bekleyenler hep birlikte filan da değil, bilirsiniz. Yoğun bakımın kapısında aynı can için bekleşen aile bireyleri birbirinin gözünün içine bakar, içeriye kim girecek diye? Talep edilmez, sessizce teklif beklenir. Herkes girmek ister, birilerinin annesidir, birilerinin anneannesidir, birinin babaannesidir. “Hadi önce sen gir” der, omuzuna dokunan bir el özveriyle.

Yoğun bakım odasında annemle görüştüğüm o günü unutamıyorum. Bilinci açıktı ama konuşamıyordu. Ziyaretimin bitmesine yakın, yanından ayrılmadan önce, “televizyonu açmamı ister misin” diye sordum. Oyalanır, vakit belki daha kolay ilerler onun için, diye söylemiştim bunu. Başıyla onayladı, “aç” dedi, açtım.

O yıl hastanedeki yoğun bakım süreci henüz başlamamıştı. Annemin bakımına kendi evinde devam ederken vaktimizin çoğunu onun odasında geçiriyorduk. Çoluk çocuk etrafında olduğunda hep çok mutlu oluyor, hastalığını da unutuyordu. Öyle ki şarkılar, türküler söylediği bile olurdu. Akşamları televizyon dizilerini birlikte seyrediyorduk, o keyif alsın diye. O sene annem iki diziyi seyrediyordu. Aras Bulut İynemli’nin oynadığı “Çukur” dizisini seyrederken “bu çocuk çok iyi bir çocuk” diyordu, Aras için. Bir diğer dizisi de Özge Özpirinçci’nin oynadığı “Kadın” dizisiydi. Dizinin dramatik kurgusundan etkileniyordu, “Şirin” karakteri annemi kızdırıyor, “Baba” karakteriyse yüreğine su serpiyordu, “Baba” karakterini çok seviyordu.

O gün yoğun bakım odasından ayrılmadan önce televizyonu açtım. Vakit öğleden sonraydı. Kanalları şöyle bir dolaşırken “Kadın” dizisinin yayınlanmış bir bölümünün tekrarına denk geldim. “Burası kalsın” işareti verdi annem. “Baba” karakteri ekrandaydı, annem ağlamaya başladı. Televizyonu kapattım, çok pişman olmuştum açtığıma. Annem neden ağlamıştı? O dizi film sahnesi, evinde geçirdiği mutlu akşamların bittiği, geri dönüşü olmayan başka bir yola yüzünü çevirdiği gerçeğiyle mi yüzleştirmişti annemi? Çok üzülmüştüm…

İşte böyle… Bir metrobüs durağının, bir pencere manzarasının ve bir dizi filmin sizin için farklı bir anlamı olabiliyor...