Şimdi, bir başka anlam kazanıyor ve duygu yüklüyor Yahya Kemal’in “Eylül Sonu” şiiri:
“Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.”
Kollarını açmış hazan mevsimi bizlere “gel gel!” diyor. Ne kadar ayak direyip, yaz günlerine sarılsak da, sonbahar rüzgârlarının önünde savrulmamak elimizde değil.
En çok şiirin bahar ayları üzerine yazıldığını sanırsınız ama, eylül üzerine yazılanlar daha çok. Elden gidene karşı duyulan özlem, sonbahar yani “hazan”la birlikte şarkılaşan melankoli, yalnız Yahya Kemal’in değil, hemen hemen her şairin şiirlerinde kendini duyurmakta.
Hayatın her döneminin, yaşanılan her mevsimin kendine özgü güzellikleri var. Ama, sonbahar, şiirimizde hüzünle özdeşleşmiş. Mevsimlerin en şairane olmasının nedeni bu olsa gerek.
Elveda doyamadığım ve doyasıya yaşayamadığım yaz günleri. Günaydın hazan.
Biliyorum, birkaç hafta içerisinde, dallardan bir başka hışırtı yükselecek. Ağaçtan ağaca yankılanacak geceler boyu. İlk günler bir bale yumuşaklığı ile düşecek yapraklar çimenlerin üzerine. Yeşil; yavaş yavaş sarı, kahverengi ve kırmızının tonlarına dönüşecek.
Çürümüş yaprakların, nemli toprağın ve yağmur bulutlarının kokusu yayılacak; yeni baharlara gebe bırakmak için doğayı.
Mustafa Necati Karaer, “Eylül Sofrasında Aşk”ı anlatıyor:
“Yağmur bulutları gibi doluyum,
Sabret gülüm düşeceğim toprağına,
Rüzgarlar deliyse ben de deliyim,
Gönlümü koymuşum güz yaprağına
Sabret gülüm, düşeceğim toprağına.
.........”
Sonbahar yalnız hüznün mevsimi değil. Dileklerin, umutların, özlemlerin odaklandığı bir mevsim. Anadolu insanının çok işi var sonbaharlarda. Üzümler toplanacak, pekmez kazanları kurulacak, erişteler kesilecek, kuskus çevrilecek, bulgur çekilecek. Dahası mı? Uzaktan uzağa davulun, zurnanın sesi duyulacak. Anadolu’da, sonbaharda alınacak ürünlerin bereketiyle kaç yangın yürek sulanacak. Düğün- dernekle kök salacak.
Mustafa Necati Karaer, eylül sofrasında “sarhoşum” diyor. Behçet Kemal Çağlar’ın, diğer adıyla Ankaralı Aşık Ömer’in, Ürgüp’te bağ bozumu şiirini hatırladım.
“Çek git dedim sana, gel git mi dedim,
Sesimi mi içti, kulağın sarhoş.
Ne bu dolanışın kapımda benim?
Üzüm mü çiğnedi ayağın sarhoş.
Var ise aklını bağda yitirdin,
Yerine bir salkım dirmit getirdin.
Su yerine şaraba mı batırdın?
Saçın darmadığın, tarağın sarhoş.
Kafan duman, seçemezsin yüzümü,
Aman, gözüm sanıp sevme üzümü,
Geldi gönlümdeki bağın bozumu;
Onu tadamazsın, damağın sorhoş.
..............”
Musikimizden sonbaharı dışlayabilir miyiz. Hüzün ve melankoli duyguları, sonbahar motifleri ile yer almış. Anılarla dolu bir ruh derinliğinin tadını bu şarkılarda bulmaktayız:
“Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!”
Yahya Kemal’in şiirini, Selâhattin Pınar “bayatî” makamında bestelemiş.
Eylül, Mehmet Rauf’un romanını hatırlatır bana. Arthur Rımbaut “O tatlı eylül akşamları, yol kıyısına/ Çöküp kulak veriyorum yıldızların sesine” diyor. Yukarıda da söz ettim, bu yaz benim için ha var, ha yoktu. Geç geldi, göz açıp kapayıncaya kadar bitiverdi. Can Yücel de böyle bir yazdan söz ediyor: “Ne kadar güzel geçti bütün yaz/ Geceler küçük bahçede, / Sen zambaklar kadar beyaz, / Bense yasak bir düşüncede.”
Elbette, kopan dalı geri tutturmak mümkün değil. Sarıyı yeşile çevirmeye gücümüz yetmez. Hanım şairlerimizden Nermin Pakyüz ne güzel söylüyor:
“Sana bir gün seslenirsem gelme sakın / Ezik çağrıların ne önemi var. / Bir kez gölge düştü yollarımıza / Çekip getiremeyiz artık güneşi; / Eylül girdi yaşantımıza. ...”
Evet eylül girdi yaşantımıza. Bunu ekim, kasım izleyecek. Uzun bir kış bizi bekliyor. Umarsız gideceğiz. Ancak, şairin dediği gibi, korkumuz; gidip de gelmemekten, gelip de görmemekten.