Empati, insan ilişkilerinin sihirli anahtarı elbette. Başkalarının duygularını anlamak ve onların gözünden bakabilmek, insani bağları güçlendirir ve ilişkilerde güven duygusunu besler. Ancak empati, sınırsızca kullanıldığında ruhsal dayanıklılığımızı zedeliyor ve tükenmişlik hissine yani empatik yorgunluğa yol açıyor.
Empati, empati kuran kişinin, başkasının acısını adeta kendi bedeni üzerinden deneyimlemesine neden oluyor. Özellikle duygusal olarak hassas olanlarımız, başkalarının acısını kendi acısı gibi hissederek “duygusal aşırı yüklenme” yaşıyor.
Empati, iki temel bileşenden oluşuyor; Bilişsel empati, yani birinin ne hissettiğini zihinsel olarak anlamak, bu, ilişkiler için paha biçilmezdir. Ama duygusal empati —karşımızdakinin hissettiğini kendi içimizde de hissetmek— sınır tanımazsa bizi tüketir. Aşırı empati kurmanın sadece psikolojik değil, aynı zamanda biyolojik düzeyde de bir bedeli var. Empati sırasında beynin ağrı merkezleri aktifleşiyor. Başkasının acısında kendi acımızı üretiyoruz. Bir anlamda, ruhumuz ödünç acılarla doluyor.
Herkesi anlamaya çalışmak, zihinsel ve duygusal olarak sürekli bir uyanıklık hali gerektiriyor. Biliyorsunuz duygular bulaşıcı, karşımızdaki kişi üzgün, öfkeli ya da endişeliyse, biz de farkında olmadan aynı duyguları içselleştiriyoruz. Sürekli bu tür bir duygusal rezonans yaşamak, kendi duygusal dengemizi bozuyor. Başkalarının fırtınalarını kendi gemimizde yaşamaya başladığımızda denizde rotamızı kaybediyoruz.
Üstelik bu sadece bir duygu meselesi değil; biyolojimiz de işin içinde. Aşırı empati, beynin tehdit algısını sürekli tetikleyen amigdala bölgesini aktif tutuyor, sürekli çalan bir alarm gibi. Sonuç; kronik yorgunluk, dalgalı bir uyku, bazen de tahammülsüzlük. Ve bu durum uzun sürerse, bağışıklık sistemi bile çöküyor.
Çözüm, empatiyi terk etmek değil elbette. Tıpkı bir bahçeyi korur gibi, duygusal sınırları korumak gerekiyor. Duygusal sınırlar, hem bizi hem de karşımızdakini koruyor. Empatiyi sürdürülebilir kılmanın yolu şefkat odaklı bir yaklaşımdan geçiyor.
Bencillik, başkasının acısını ya da ihtiyacını umursamamakla ilgilidir.
Empatik sınır koymak ise, başkasının ihtiyacını umursarken, kendi gücünü korumakla ilgilidir.
Eğer sürekli başkalarının acısını üzerimize alırsak, bir süre sonra hem kendimize hem de onlara destek olamayacak hale geliriz. Bu, tıpkı yanan bir evden birini kurtarmak isterken, kendi oksijen maskeni takmayı unutmaya benzer. İlk başta kahramanca görünür ama kısa sürede herkes zarar görür.
Empatik sınır koymak demek: “Senin duygunu küçümsemiyorum, önemsiyorum” ama “onu kendi bedenimde ve ruhumda taşımayacağım” diye bilinçli bir karar vermek demek. Kendine de en az başkasına gösterdiğin kadar hassasiyet ve şefkat göstermek demek.
Aslında bu yaklaşım, hem bize hem de karşımızdaki kişiye daha sağlıklı bir ilişki sunar.
Çünkü kendini koruyan bir insan, başkalarına daha uzun süre, daha güvenli şekilde destek olabilir.
Bir de; sürekli başkalarının hikâyelerinde yaşarsak, kendi hikâyemizi yazmaya vakit kalmaz. Ve dünyanın, bizim hikâyemize de ihtiyacı var…