Nedenini bilmiyorum ama bugünden dört sene kadar önce yaşadığım bir olay aklımda dönüp duruyor. Galiba anlatmanın zamanı geldi.

Dünya üzerinde yaşayan ya da var olan ne varsa görünmez ve sonsuz bir bağ ile birbirlerine bağlı olduğunu düşünüyorum. Her şeyin nedenini beklediğini biliyorum. Belki onlarca yıldır yerinde duran bir taş ayağınıza takılmak için sizi bekliyor. Belki de o taşı alıp birine atacaksınız.

Çanakkale Bayramiç’e gelmek üzere yola çıktım. Öncesinde Edremit’te bir görüşme yapmam gerekiyordu. Bandırma’da feribottan inip Balıkesir-Balya üzerinden Edremit’e geçmeyi planladım ve yola çıktım.

Sanırım otuz dakika sonra bir yol ayrımında; kullandığım navigasyon programının en kısa yolu seçmesiyle farklı bir rotaya yöneldim. Anayoldan çıktığımı yüz metre gitmeden fark ettim. Durdum; bir iki saniye düşündüm; vaktim var hadi buradan gideyim dedim kendi kendime ve yola devam ettim.

Kullandığım navigasyon beni köyden köye geçirerek Edremit’e götürmeye başladı. Dağlara tırmandım, yıkık dökük orman köylerinden geçtim. Dağlardan indim, uçurumlar gördüm. Ömrümde belki bir kere geçeceğim varlığını bile bilmediğim yerlerdi. Şehirlerden, kasabalardan uzak sanki ıssızlığa doğru giden bir yolun üstüne sıralanmış onlarca köyden geçtim.

Oraların gecelerini düşündüm. Sanki o köyler geceleri yüzyıl öncesine gidiyordu. Işıksız, karanlık, kimsesiz ve çaresiz bir yaşamı soluyorlardı.

Yol boyunca neden o yoldan geldiğimi, her şeyin bir nedeni olduğunu, hayata, dünyaya, insanlara, hayvanlara, var olmaya görünmez ve sonsuz bir iple; bağ ile bağlı olduğumuzu düşündüm. Hiç hayıflanmadım. Belki de ömrümde bir daha geçmeyeceğim o yolun, o yıkık ve kimsesiz köylerin, ormanların, uçurumların, dağların, minik pınarların, ıssız yerlerde bir başına akmaya devam eden çeşmelerin havasını soludum.

Üç saat kadar süren bu yolculuğumun Edremit’e yaklaşmış olmalıyım ki sonunda köy yolları beni Kaz dağlarından Edremit’e götürecek ana asfalta çıkardı. Birkaç kilometre gitmeden yanından geçtiğim, açlıktan bir deri bir kemik kalmış anne köpeği fark ettim. Biraz uzağında durabildim. Aynadan baktığımda beni izlediğini gördüm. Geri geri yanına kadar geldim. Kurumuş, aç, kocaman bir kangal. Nasıl anlatılır ki o zayıflık; her göreni insanı tövbeye getirir desem yine eksik kalır.

Etrafta; kilometrelerce çevrede yerleşim yeri yok. Bu dağ başında bu hayvan nasıl yaşar diye düşündüm. Birilerinin buraya atmış olabileceği geldi aklıma. Arabamın bagajında taşıdığım mama kutusunu açtım ve önüne bir tas mama döktüm.  Mamayı dökmemle birlikte çalıların arasından beş tane yavru köpek çıktı. Onlar da anneleri gibi bir deri bir kemik kalmışlar. Açlıktan ölmek üzere olan beş minik yavru.

Deli gibi saldırdılar önlerindeki mamaya. Şaşkınlıktan ve üzüntüden yerimden kıpırdamadan açlığın bir tas kuru mamaya saldırmasını seyrediyordum. Sadece onlara bakıyorum. Aklımda hiçbir şey yoktu sanki, aklım silinmiş gibiydi; bugün bile çok net anımsıyorum o duyguyu.

Birden elimde bir ıslaklık hissettim. Döndüm baktım anne kangal elimi yalıyor. Belki günlerdir o da aç ama yaklaşmıyor mamaya. O elimi yalamaya devam ediyor. Gözlerim dolu dolu bakıyorum anneye. Başını okşadım, uzun uzun sevdim. Birkaç tas mama daha verdim yavrulara. Anneleri onlar kenara çekilene kadar bekledi ve yavrulardan kalan mamayı yemeye başladı. Yanımdaki mamanın tamamını döktüm önlerine.

Onları seyrederken kendi kendime mırıldandım dedim ki anne ve yavrularına; ‘’ben sizin için kaybetmişim yolumu.’’

İnsan yolunu kaybettiği için mutlu olur mu. Oluyormuş. Yaşadım ve öğrendim.