Herkes demokrasiyi savunduğunu, demokrasiye karşı her türlü harekete karşı çıktığını sürekli tekrarlar.

Bugün 15 Temmuz… Yine bol bol demokrasi nutukları atılacak…

Asıl sorun demokrasiyi uygulamakta…

Demokrasi denince bizim aklımıza bir tek sandık geliyor; seçim yapıldı, kazanan belli oldu mu artık demokrasi kısmını hatırlamıyoruz.

Halbuki asıl demokrasi sandıkların açılmasından sonra başlıyor.

Demokrasi demek, her şeyden önce hukuk demektir, herkesin kanun önünde eşit olması ve hiçbir ayrım gözetilmeden herkesin kurallara uyması demektir…

Demokrasi, ahlâk demektir… Herkesin hak ettiği göreve getirilmesi, liyakate dikkat edilmesi ve herkesin üzerine düşen sorumluluğu hakkıyla yapmasıdır.

Seçimde kazanan partinin her istediğini yapabileceğini düşünmek demokrasi değildir. Nitekim Ortadoğu ve Orta Amerika ülkelerinde de seçim yapılıyor ama demokrasinin zerresi yoktur.

Demokrasinin en önemli güvencesi de yargının tam bağımsız olması, kural dışına çıkan herkesin yargılanıp cezalandırılmasıdır…

Yargı bağımsız değilse, bir yerlerden emir alıyorsa, demokrasinin zerresinden söz edilemez.

Darbelerin en korkutucu yani, demokrasi ve hukukun rafa kaldırılmasıdır.

Sabahın köründe evinizden alıp götürürler, başınıza ne geleceğini bilemezsiniz…

Bir gecede makamınızdan alırlar veya bir çırpıda işinizden olursunuz…

Çünkü darbe rejimlerinde hukuk da yoktur, kural da yoktur, demokrasi hiç yoktur.

Ülkemizin darbeler konusunda çok ağzı yandı, birçok kez demokrasi ve hukuk rafa kaldırıldı.

Bu acı tecrübelere rağmen demokrasi ve hukukun işletilmesi noktasında çok da iyi sicilimizin olduğu söylenemez…

Ordunun içine sızdılar, yargının içine sızdılar, polisin içine sızdılar, bürokrasiye sızdılar diye sıklıkla dert yanıyoruz.

Hukuk kuralları tam işlemiş, kanunlar tam uygulansaydı, bu sızmalar olabilir miydi?

15 Temmuz’da bu acı tecrübeyi yaşadık…

Görünen o ki, 15 Temmuz’dan bile yeterince ders alamadık…

*****

Hz. Ömer’in siyasi ahlâkı

Hz. Ömer (RA) bir vali, yönetici ya da bürokrat atayacağı zaman ilk önce o kişinin göreve gelmeden önceki bütün malını saydırır ve kayıt altına aldırırdı. Görevden sonra da mallarını tekrar gözden geçirir, eğer aşırı bir servet birikimi ya da şüpheli bir durum varsa o bürokratın mallarına el koydurup hazineye aktarırdı.

Bir gün vali ya da bürokrat olmayan Ebu Bekre’nin bir kısım mallarına da el koydurmuş ve hazineye aktarmıştı.

Ebu Bekre bunu öğrenince itiraz etmiş ve “Ben vali ya da bürokrat değilim. Benim mallarıma neden el koydun ey Ömer!” deyince Hz. Ömer (RA), “Evet sen bürokrat değilsin ama senin kardeşin beytülmalden sorumlu bürokrattır. O sana borç para veriyor ve sen de bununla ticaret yapıp, servet biriktiriyorsun. Eğer kardeşin bu görevde olmasaydı, sen bu serveti nasıl biriktirecektin? Senin mallarına da bu yüzden el koydum” demişti.

Hz. Ömer (RA), kamuda akraba kayırmacılığını bir yöneticinin yapabileceği en büyük hainliklerden birisi olarak görmüştür. Kûfe Valiliği için istişare ederken yanındakilerden birisi bu makama Hz. Ömer (RA)’in oğlu Abdullah’ı teklif edince, Ömer (RA) adama dönüp, “Allah senin canını alsın! Bilmiyor musun ki, kim daha layık biri olduğu halde bir işe akrabasını ve yakınını tayin ederse Allah’a, Resulüne ve bütün Müslümanlara ihanet etmiş olur” dedi.

Hz. Ömer (RA), kamu görevlilerinin kamu malını kendilerinin ve ailelerinin lüks ve konforları için kullanmalarına da şiddetle karşı çıkar ve bu durumu engellemek için sert ve ibret verici tedbirler uygulardı.

Bir gün Şam’a bir vali atamıştı. Valinin kamu malıyla kendisi için özel bir hamam yaptırdığını ve kendisine özel hizmetçiler ve kapıcılar edindiğini duymuştu. Hemen o valiyi Medine’ye çağırttı. Onu kapıda uzun bir süre bekletti. Sonra içeri alıp ona yünden yapılmış kalın bir aba giydirdi. Beytülmale ait tam üç yüz koyun getirtip o valiyi bu koyunların başına verip onları otlatması için çöle gönderdi. Kendisi de arada onun yanına gidiyor, koyunlarla birlikte bir ileri bir geri gönderiyor, kuyudan su çektiriyordu. Bu hal tam üç ay boyunca devam etti. En son makama çağırıp “aklın başına geldi mi?” diye sordu. Gereken dersi çıkardığını görünce de onu tekrar görevine iade etti.

Hz. Ömer (RA), atadığı yöneticilerin halka tepeden bakmasına ve onlara zulmetmesine asla müsamaha göstermezdi. Halka yaptığı bir konuşmasında şöyle demişti. “Ben yöneticilerinizi size zulmetsinler, malınızı gasp etsinler ve namusunuza göz diksinler diye yollamıyorum. Kimin başına böyle bir şey gelirse muhakkak bana müracaat etsin. Eğer bir yanlış görür de uyarmazsanız vallahi siz de hayır yoktur. Yok siz uyarırsınız da ben sizi dinlemezsem vallahi o zaman ben de hayır yoktur. Şayet bir kimse konuştuğu zaman hapsedilmeyeceği konusunda güvende değilse demek ki onun can emniyeti yoktur.”

(Prof. Dr. Ali Muhammed Sallabi’nin Hz. Ömer kitabından alıntıdır)

*****                 

TEBESSÜM

Büyükelçi

Fransa Kralı III Napolyon, Paris’te Osmanlı Devleti Büyükelçisi olarak bulunan Ahmet Vefik Paşa’ya alaylı şekilde laf atar:

- Sen kendini Yavuz Sultan Selim’in elçisi mi zannediyorsun?

 Ahmet Vefik Paşa da sözünü esirgemez:

- Öyle olsaydım, siz Fransa’da imparator olarak bulunamazdınız.

*****

GÜNÜN SÖZÜ

Hiçbir şey çıkar gruplarının etkisinden daha tehlikeli değildir.

Jean-Jacques Rousseau