Haberi muhtemelen herkes görmüştür…

İstanbul’da Galata Kulesi Meydanında bir genç, üzerine önce tiner döktü, ardından kendini ateşe verdi. Genç alev topu gibi yandı.

Görüntüleri seyredince film çekiliyor ya da kamera şakası sandım.

Çünkü herkes gencin yanmasını seyretti. Kimisi kameraya aldı, kimisi hatıra fotoğrafı ve selfie çekti. Gence yardım etmek kimsenin aklına gelmedi.

Çok şükür ki, biri sonunda yangın söndürme tüpü ile müdahale etti.

Eskiden bu tür olaylarda insanlık öldü diye başlık atılırdı.

Aslında insanlık ölmedi, insanlığı biz öldürdük.

Eskiden işini yapmak için gayret sarf eden gazeteciler eleştirilirdi; insanlara yardım etmek yerine önce haber peşinde koşuyorlar, resim ve görüntü çekme derdine düşüyorlar diye…

Şimdi herkes reyting ve beğenilme sevdasına düştü.

Toplumun ortak değerlerini unuttuğumuz gibi insanlığı da unuttuk demeyeceğim, öldürdük.

Bu olay çok basit bir örnek gibi gelebilir ama milli servetlerimizi heba ettiğimiz gibi çok önemli ahlâkî ve insanı değerlerimizi de umursamıyoruz.

Maalesef çoğu zaman öne çıkan tek değer; şahsi menfaat ve çıkar oluyor.

Çok kolaylıkla müdahale edebileceğimiz yerde, seyretmeyi tercih ediyoruz.

Film seyretmek gibi diyeceğim ama emin olun televizyon ekranında daha duyarlı davranıyor ve tepki veriyoruz. Ne yazık ki, gerçek hayatı film kadar bile umursamıyoruz.

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” maalesef hayat felsefesi oldu. Hatta eğer işimize yarayacak ve çıkarımız olacaksa yılan beslemekten bile geri durmayız!

Ucu bize dokunuyorsa hepimiz aslan kesiliriz.

En küçük menfaatimiz olacağını hissettiğimiz anda herkes cansiperane mücadele ediyor.

Hele işin içine siyaset girerse ve siyasi çıkar varsa, emin olun birçoğu babasını bile tanımıyor.

Haksızlığa uğradığı halde, sadece kendisi gibi düşünmediği için evladını bile tanımayan, yok sayan babalar bile var.

Aynı şey evlatlar için de geçerli… Küçük çıkar hesapları yüzünden anne babasıyla küsen, yıllardır konuşmayan, ailesi ile tüm bağlarını koparan evlatlar da maalesef aramızda yaşıyor.

Sorsan herkes dert yanar; eskiden her şey çok güzeldi, ne güzel çocukluk geçirdik, komşuluk iyiydi, akrabalık bağları kuvvetliydi diye…

Şunu unutuyoruz ki, güzel olan yıllar veya zaman değildi; güzel ve iyi olan insanlardı, insanların ilişkileri ve birbirine verdikleri değer güzeldi…

Şimdi değerlerimiz yerle bir oldu ve eskiyi özlüyorsak…

Önce bir aynaya bakalım…

Kendimiz düzelirsek, insanlık da düzelir, eskisinden daha güzel bir ömür geçiririz.

*****

Kudret mi kutsiyet mi?

Tarihin bir vaktinde zamanın hükümdarı, vezirlerinden birini huzuruna çağırır.

Padişah; “Tecrübelerime dayanarak, vezirlerim arasında akıl ve marifetine en çok güvendiğim sensin” diye iltifat eder.

Vezir, bu iltifat üzerine hükümdarın huzurunda saygıyla eğilir.

Hükümdar vezire dönerek devam eder:

- Biliyor musun bütün gece uyuyamadım. Aklımı meşgul eden bir soru var. Bu soruya cevap vermeni istiyorum.

- Sorun efendim, cevabını vereyim.

- Kudret mi daha güçlüdür, kutsiyet mi?

- Tabii ki kutsiyet daha güçlüdür efendim.

Hükümdar gülerek karşılık verir:

- Sana cevabının yanlış olduğunu delilleriyle ispat edeceğim, sen de bana kutsiyetin daha güçlü olduğunu delillerinle ispat edeceksin.

Ertesi gün hükümdar yardımcılarıyla birlikte en kalabalık pazara gider. Herkesi görebileceği bir noktada durup çevresindeki vatandaşlara bakınır. Üstü başı perişan haldeki bir hamalı görür, yardımcılarına onu alıp saraya götürmelerini emreder.

Saray çalışanlarına, hamalı hazırlayıp en güzel ipek kıyafetlerle huzuruna çıkarmalarını emreder. Hazırlanan hamal, meclise getirilir. Hükümdar herkesin huzurunda onu meclisin bir üyesi ve veziri tayin eder.

Hükümdara kutsiyet güçlüdür diyen vezir, hamalın vezir yapılması karşısında dehşete düşer.

Hükümdar, vezirine dönüp tekrar sorar:

- Vezir mi daha güçlü kutsiyet mi?

Vezir, görüşünün daha doğru olduğunu ispatlayabilmek için hükümdardan izin ister.

Vezir; pazara gider, çevresine bakınır, artık işe yaramadığından perişan ve yorgun halde terkedilmiş kirli bir eşek görür. Herkesin görebileceği yüksek bir yere çıkıp halka; “Ey ahali, ey ahali! Şu görmüş olduğunuz eşeğin bir zamanlar Allah’ın enbiyalarından birini sırtında taşıma şerefine sahip olduğunu biliyor muydunuz?” diye seslenir. “Bunu filan kişi rivayet etmiş, falan kişi kitabında yazmış, bir diğeri bu kesin bilgiyi nakletmiş” diye eklemeyi de ihmal etmedi.

Birkaç dakikada çevresinde toplanan insanlar eşeği kutsamaya başlar. Kimi ayaklarını yıkıyor, kimi yediriyor, evlenmek isteyen kılından alıyor, çocuğu olmayan kadın sidiğini içiyor, güzel bir eve yerleştirilip bakımını üstlenen insanlar tahsis ediliyor. Kendisine kutsiyet atfedilen eşeğe herkes saygı gösterip seviyor.

Eşek, keyifle anırıp yiyor, içiyor, en iyi günlerini yaşıyor.

Bütün bunları gören hükümdar şaşkınlıktan dilini yutacak gibi oldu.

Vezir, gülümseyerek hükümdara sorar:

- Efendim güç ile kutsiyet arasındaki fark nedir biliyor musunuz?

- Nedir?

- Siz bu hamala parayı, gücü ve saltanat sıfatını temsil eden cübbeyi giydirip, vezir yaptınız. Bu güç geçicidir; çünkü her an onu vezirlikten azledip bu gücü elinden alabilirsiniz. Ama benim eşeğe atfettiğim kutsiyet cübbesini hiçbir güç geri alamaz. Ne ben geri alabilirim ne de siz alabilirsiniz efendim.
*****

TEBESSÜM

Yardım

Hakîm, kaynanasını dövmekten sanık bir adamın davasına bakıyordu. Şahitlerden birine sordu:

- Bu adamı kaynanasını döverken gördün mü?

- Gördüm efendim.

- Neden müdahale etmedin?

- Neden müdahale edeyim hakîm bey! Yardıma ihtiyacı yoktu ki, evire çevire dövüyordu!

*****

GÜNÜN SÖZÜ

Çoban yolunu kaybettiğinde sürünün bundan haberi olmaz.

Macar atasözü