Ameliyathane’den naklen yayın

Bir yerlerde kalkanlı, coplu, tanklı tüfekli bir grup, silahsız kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden insan kardeşlerini tekmeliyor, copluyor, gaz bombardımanına tutuyordu. Koşuşurken birbirini ezenler, aldıkları darbelerle yaralananların feryatları, bulutları bile dile getirecek boyuttaydı…

Bir başka bölgede, aynı dine mensup binlerce insan “Allah, Allah “ diyerek birbirlerini boğazlıyordu…

Annelerinin parçalanmış cesedi başında ağlayan, feryatları gökyüzüne ulaşan küçücük çocuklar görüyordum…

Dünyanın etrafında mı dönüyordum, yoksa çevremi kuşatmış televizyon ekranlarından haberleri mi izliyordum?

Gördüğümü sandığım vizyonlar, şiddet ve dehşet içeren Hollywood filmlerini bile gölgede bırakıyordu…

Yoksa günahlarım nedeniyle cehennemin kapısından içeri mi baktırılıyordum?

***

Gökyüzünden görülmeyen bir kapı açıldı sanki… Rengârenk güller dökülüyordu görünmez kapıdan… Gül denizinde yüzüyorum sandım… O muhteşem gül kokusunun bir benzeri yoktur yeryüzünde… Ben de ışıktan bir bedendim sanki…

… Ve şu dizeler oluştu ruhumun bir köşesinde:

Şimdi hatırlıyorum

Bir başka dünyada yaşıyordum

Işıktan bedenimle

Evrende uçuyordum

Kuşlar ışıktı orda, ağaçlar ışık

Düğümü çözemedim

Aklım çok karışık…

Işıktan notalarla söylenirdi şarkılar

İbadet eder gibi sevişirdi âşıklar…

Zaman durmuştu orda

Herkes aynı yaştaydı

Işıktan bedenler hep aynı saftaydı

***

Her an, şekilden şekle giren bulut denizinin içinde yüzüyordum şimdi de…

Hallacın attığı pamuk yığınlarından, sanki Ak saçlı, Aksakallı, nur yüzlü bir veli oluşmuştu gökyüzünde… Hem de konuşuyordu buluttan veli:

_Yağmur bulutu olsaydım şimdi. Öyle bir inerdim ki yeryüzüne, ekin sapı gibi biçerdim insan kardeşlerine zulüm edenleri… Yıldırımlar yağdırırdım adaletsizliğe karşı… Hortum olup çekerdim ta yukarılara… Sonra bırakırdım aşağılara… Belki akılları başlarına gelir diye…

Olacak şey miydi hiç? Bulutlar konuşur muydu?

Konuşmak ne kelime, olmayan kulağıma gök gürültüsünü andıran bir sesle

Şöyle haykırıyordu sanki:

“İçlerinde kin dolu, ham hevesler

Var mı, yüzlerinde nurun izleri ?

Sanma ki, insanlık için alınıyor nefesler

Yükseliyor gökyüzüne eşek sesleri”

***

Sağ tarafımdan Pis kokular geliyor şimdi, olmayan burnuma… Olmayan ciğerlerimin içinde hissediyorum “ Cife” kokularını… Kaçmak istiyorum… Kımıldanamıyorum…

Zamanın kutup yardımcısı bir hazretin (Nur içinde yatsın) yaşadıklarını anımsatıyor bu kokular…

İstanbul’da, bekâr bir müridinin evinde konuk olur hazretimiz… Mürit nasıl ağırlayacağını bilemez sevinçten. İzzet ve ikramda kusur etmez. Ancak kısa süreliğine de olsa işyerine gidip izin alması gerekmektedir. Değil cep telefonunun, daha televizyonun bile olmadığı yıllardır… Öğle namazı vakti yaklaşmaktadır.

_Hocam beraber çıkalım, ben size caminin yerini ve öğle yemeğini yiyeceğiniz yeri göstereyim. İşimi halledip iki saate kadar evde olurum. Buyurun bu da evin anahtarı der…

… Ve caminin kapısında ayrılırlar… Mürit yolda, cüzdanını evde unuttuğunu fark eder ve telaşla geri döner. Merdivenleri çıkarken öğle ezanı okunmaktadır. Bir bakar ki, Hoca evde… Şaşkınlık içinde sorar…

_ Hocam hayrola? Rahatsızlandınız mı yoksa?

Beyaz sakallarını sıvazlayan Hazretimiz şu müthiş cevabı verir Müridine:

_ Allah-ü âlem caminin içine “cife “ (günah) kokularından giremedim. Cemaat öylesine günah yüklüydü ki, tahammül gücümün çok üstündeydi. Kaçtım eve geldim.

Camideki kokulardan Hazretimiz eve kaçarak kurtulmuştu… Ya ben nasıl kurtulacaktım sağdan, sağdan gelen ve cehennem azabı yaşatan bu kokulardan… Yoksa bu da Allah’tan bir ceza mıydı bencileyin nankör kullarına?

NOT: (Bizzat Mürit’in ağzından dinlenmiştir. Hazretin ve caminin adını açıklamaya izin olmadığı için yazamadım)

***

Halüsinasyonlar görüyordum. Bedenim terden sırılsıklamdı, ben değil. Doktorların elleri batın bölgemde gidip geliyordu. Garip çok garip… Hiç acı duymuyordum… Birden neşter oluverdim. Cerrahın elinde şimdi… Kendi bedenimi, kendim kesiyordum, sağlam hücrelerimi incitmemeye çalışarak…

GELECEK YAZI: HİKÂYE BAŞLIYOR