Ben umudumu hâlâ yitirmiş değilim. Ya Kamu İhale Kurumu (KİK) iptal edecek şeker fabrikalarının satışını, ya da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olaya müdahil olup "Sattırmıyorum" diyecek. Böyle bir durumda "Eşeği kaybettirip sonra buldurma politikası izliyor" diyecek olanların karşısına da ilk ben dikileceğim o zaman söz. Çünkü, ben hâlâ 14 şeker fabrikasının, hem de yok pahasına satılmasını anlayabilmiş değilim.

"Zarar ediyor" gerekçesi de makûl gelmiyor bana. Başkanlık sistemini "Devleti anonim şirket gibi yönetmek" olarak açıklayan bir Cumhurbaşkanı'nın tek belirleyici olduğu bir ülkede, şeker fabrikaları küçük revizelerle elbette kâr edebilir hale getirilebilir. Hatta, bu 14 şeker fabrikasının profesyonelce yönetilmesi halinde "vergiden muaf" NBŞ ithalatına da gerek kalmaz. 

"Hangi vergiden muaf, bu neyin muafiyeti" diyenler Bakanlar Kurulu'nun 5 Mart 2018 tarihinde aldığı kararına baksın. Karar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından da imzalandıktan sonra, önceki gün 30388 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlülüğe girdi. Karara göre Bosna Hersek'ten gümrük vergisi olmaksızın, domuz, at, eşek etleri ve sakatatları ile birlikte "kanserojen şeker" diye olarak da bilinen Nişasta bazlı şeker ürünleri (NBŞ) fruktoz ve glikoz ithal edeceğiz. 

Elimde, şeker fabrikalarının ne kadar zarar ettiğine dair bir veri yok. Çünkü, satıştan yana olanlar farklı rakam açıklıyor, sendikalar ve satışa karşı olan siyasetçiler ayrı. Ancak, zararın kaynağının, bu şeker fabrikalarının makine parkında gerekli revizelerin yapılmaması olduğu iddiası gerçekçi duruyor.

Şeker fabrikaları, 2002 yılında ABD'nin "Duyun-u Umumiye" şefi olarak Türkiye ekonomisinin başına oturttuğu Kemal Derviş tarafından satış listesine alınmıştı. "Neyin varsa sat, ekonomiyi düze çıkar" mantığı hakimdi o zamanlar. Satış listesinde olduğu için de fabrikalara hiç bir yatırım yapılmadı, yapılamadı...

* * *

Şimdi, borcunu ödediği IMF'e borç veren bir ülke varken, neden Kemal Derviş'in 2002'deki formülüne neden dönüyoruz? Geçtiğimiz yıl yüzde 7,4 oranında büyüyen Türkiye neden şeker fabrikalarını satmak zorunda hisseder ki kendisini?

Bu sorulara henüz hiç kimse net bir şekilde cevap vermiş değil. Daha önce bu sütunlara taşıdığım AK Parti Milletvekili Çorum Milletvekili Salim Uslu'nun "Bürokratlar hükümeti yanlış yönlendiriyor" sözleri yankılanıyor kulaklarımda hâlâ. İtirazını partinin ileri gelenlerine, bakan düzeyinde isimlere de seslendirdiğini söylüyor Salim Uslu. Düşüncelerini aktaracak başka bir mecra bulamadığı, ya da kimse kendisine mikrofon uzatmadığı için İngilizlerin BBC'sine yapmış altına imzamı net bir şekilde attığım açıklamalarını...

"Kim kimi kandırıyor, ne kandırması, ne yanlış bilgi vermesi?" falan demesin kimse. Hatta, "Nasıl gözüne girer, dikkatini çekerim" diye taklalar atanlar ile "Bunu da halının altına süpürelim, en ufak bir olumsuzluğu dillendirmeyelim" diyenler de sussun artık.

Salim Uslu'nun Et Balık Kurumu satışıyla ilgili sözlerine cevap versinler önce. Ya da stratejik bir kurum olan Türk Telekom'un "yılan hikayesine" dönen satışını... 

* * *

Madem kamuda "zarar eden satılır" mantığı var, benim tüm şeker fabrikalarını kurtaracak bir önerim var size. 

Her yılı zararla kapatan, büyük borç yükü altında bulunan ve bilançosu "müflis tüccar"ları andıran belediyelerden başlayalım işe. Sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin 2017 bilançosuna göre borcu 4.6 milyar lira. Borç ödemek için yeniden borç alıyor belediye.

İlçe belediyelerinde de durum pek farklı değil.

AK Partili ya da CHP'li hiç fark etmiyor. İlçe belediyelerinin tamamı borç içinde ve çalışanlarının maaşlarını ödemek için Belediye Meclisi'nde başkanlara "borçlanma yetkisi" çıkarılıyor. 

İlçe belediyeleri, arazilerini "borçlar" ve "masraflar" yüzünden yok pahasına satıyor. Satış ihaleyle oluyor ve en fazla fiyatı veren alıyor. Ya da öyle gözüküyor. Arazi satıldıktan bir süre sonra Belediye Meclisi'nin gündemine aynı arazi için "İmar Planı Tadilatı" geliyor. Mevcut imar planı revize ediliyor, araziye daha fazla inşaat yapma hakkı tanınıyor. Böylelikle araziye verdiği paranın çok daha fazlasını, imar planı ile sağlanan artışla elde ediyor "yatırımcı"lar.

* * *

Önceki gün İBB ve Başakşehir Belediye Meclis üyeleri bir basın toplantısı yaptı. Bu toplantıda çok ilginç bilgiler koydular ortaya. Bu satırları yazarken, İBB ve Başakşehir Belediyesi'nden herhangi bir cevap gelmemişti iddialara karşılık. Bu saatten sonra gelirse, elbette sayfalarımızda buna da yer vereceğiz.

İBB'deki ihalelerle ilgili iddialar "soruşturma" konusu olabilecek kadar ciddi. 

Ancak bir başka iddia var ki, diğer belediyelerde de benzerini gördüğüm için "yuh artık" demekten alamadım kendimi. Başakşehir Belediyesi'nde 6 başkan yardımcısı ve 20 tane de müdür var ama 153 adet binek oto var. Bu otolar muhtemelen "kiralık" olarak hizmet veriyor belediyeye. 

Belediyenin tüm personeline bir binek oto mu tahsis edildi? Bu saltanatın sebeb-i mucibesi nedir?

Sakın CHP'li belediyelerde durumun farklı olduğunu söylemesin kimse. Bunu "parti" değil, "İstanbul'da belediyecilik gerçeği" olarak görün. Bahçeşehir Gölet'i satan, müteahhitlik yapan Başakşehir Belediyesi'nin bile 400 milyon lira borcu var. Daha fazla borçlu olan başka ilçe belediyeleri de var elbette...

Nasıl olsa Çevre Bakanlığı ve İBB, İstanbul'un ilçelerinde kafasına göre imar planı yapıyor ve ilçe belediyelerini işlevsiz hale getirebiliyor. Bütün ilçe belediyelerini özelleştirip, şeker fabrikalarını kurtarmak size de mantıklı bir çözüm yolu gibi gelmiyor mu?