Geçmişte bir yerlerde, bir zaman boyutunun perdesini aralayıp seyre dalıyorum. Annem genç bir kız. Sonbahar güneşi gül yüzüne vurmuş, elinde bir sepet üzümle bağdan dönüyor. Aklında hangi düşünceler var kim bilir? Babam anneme sevdalı, yoluna çıkıveriyor aniden, üzüm istiyor annemden. Vermiyor annem, “git kendi bağından al üzümünü” diyor. Oysa o da seviyor babamı. Zamanda yolculuk mümkün olsa da, o anı kendi gözlerimle görebilseydim keşke.
Annemle köye gittiğimiz zamana dönüyorum yeniden, bağ bozumu zamanları. Köyde olduğumuz sürece, mevsimin emrettiği işlere biz de katılıyor, yardımcı oluyoruz.
Hava sıcak, üzüm salkımlarının güzelliği gerçek anlamda bir estetik harikası, Güneş, üzüm tanelerini duru billur tanelerine dönüştürmüş. Yıllar sonra o günü yazacağımdan habersiz, dolanıyorum üzümlerin arasında. Toprak çok yumuşak, her adımda ayaklarım toprağa gömülüyor, bağda yürümek düz yolda yürümeye benzemiyor. Gün boyunca üzüm topluyoruz o gün. Geceleyin, bütün üzümleri toplamış olmanın huzuru ve yorgunluğuyla uyumaya çalıştığımda gözümün önüne üzümler üşüşüyor. Bütün gün üzümlere bakan gözlerimin önünden üzümler gitmiyor. Görüntü silinsin diye açıyorum gözlerimi, “üzüm görmek istemiyorum artık” diyorum kendi kendime. Nafile, gözlerimi kapatıyorum, yine üzümler. Üzümlerle uğraşa uğraşa varmıştım o gece uykuya, yün yer yatağında.
Pekmez kaynatmıştık ertesi günlerde. Günün ağarmasıyla başlamıştı hiç de kolay olmayan o iş. Ne zahmetli, ne uzun süren bir işti, pekmez işi. Aceleye gelmiyor, şıra uzun uzun kaynatılıyordu odun ateşinde. Arılar şıranın kokusuna üşüşüyor, ben arıların beni sokmasından korkuyorum, hayat her şeyi dönüştürüyor, kaynıyor, üzümü pekmez yapıyordu.
Köyde işler hiç bitmiyordu. Sebze toplamaya gidiyorduk bahçelere. Domates bahçesine ilk gittiğimde karşılaştığım domates kokusunu unutamam. Anında koparıp yemek istersiniz, öyle davetkâr bir koku. Her şey ne kadar da bol ve lezzetliymiş o zamanlar.
Bizim oraların kabak çekirdeği meşhurdur. Bir gün baktım bir traktör dolusu kabak gelmiş evin önüne. “Ne olacak bu kabaklar” dedim. “Çekirdeğini çıkaracağız” dediler. “Hepsinin mi?” diye sormuştum hayretle. O gün de bütün gün kabakları kırıp çekirdeğini çıkarmakla geçmişti neyse ki gece kabaklar beni rahat bırakmıştı. Kurutulup, tuzla hafif ıslatılarak fırında kavrulan kabak çekirdekleri, kış akşamları çay sohbetlerinin ikramları arasında yerini gururla almaya hazırlanıyordu.
İkram dili, sevgi dilidir Anadolu’da. Annemin köydeki akrabaları, komşuları sürekli, bizi evlerine davet ediyorlardı. Köydeki yemek davetlerinin şekli ilginç gelmişti bana. “Bu akşam çayı bizde içelim” diyorlardı ama aslında yemeğe davet ediyorlardı. O yemek davetlerinin tadı damağımda kalan en güzel yemeği neydi biliyor musunuz? Köy tavuğunu, halis köy tereyağıyla ve yufka ekmekle buluşturan lezzet. Neyse ki sözleşmişler gibi gittiğimiz bütün misafirliklerde bu menü yer alıyordu. Belki de köyün klasiğiydi tereyağlı tavuk. Yalnızca bu mu? Damlarda kurutulan etler, ev yapımı sucuklar. Kuzinede kahvaltı için pişirilen çörekler, tamamı elle yapılan, erişteler, mantılar… Köyde her şey çok lezzetliydi.
Annem daha çocukken elleriyle makarna kesermiş. Acemilik döneminin ilk ürünleri çok iyi olmasa da dedem hep yüreklendirirmiş onu, “annenden bile daha güzel yapıyorsun” dermiş. Dedemi çok severdi annem. Rahmetli dedemin en sevdiği çocuğu da annemmiş. Sevgi söz konusu olunca farkı, kişinin kendisinin yarattığını düşünüyorum. Annem hem çok becerikli hem de çok çalışkanmış. Dedem anlatırdı, dayılarımın yapamadığı işleri bile annem yaparmış.
Dayısı da çok severmiş annemi. Hayattaydı o vakitler. Ziyaret etmiştik, mütevazı, huzurlu evinde. Birkaç gün sonra eşeğinin ipinden tutup gelmişti. Eşeğin üstünde heybe, heybenin gözleri elma dolu. Seni seviyorum demek istiyordu anneme, dayısı.
Havluya peşkir, havuca pürçüklü, domatese kırmızı, şalvara dimi, makasa sındı, kepçeye çömçe, teyzeye hala, halaya bibi denen köyümde allı güllü yaşmaklarıyla durmadan çalışıp duruyordu kadınlar. Hazır yemek yok, emek var. Ekeceksin biçeceksin aş eyleyeceksin. Ekmeğini de kendin yapacaksın, yağını da yoğurdunu da.
Bizim oraların ekmeği, tandır üstü saclarda pişirilen yufka ekmeğidir. Ekmek yapımı tek başına olmaz. Hamur geceden yoğrulur, ne kadar ekmek yapılacağının ölçüsü testidir. Evet, suları serin tutan bildiğiniz toprak testi. İki testilik hamur demek, iki testi suyun alacağı unla elde edilecek hamur demektir. Birkaç kadın, ekmek tahtalarında yufkaları açar, tandır başında ekmeği pişiren kadının elinde uzun bir çubuk olur. Göz göz kabaran ekmeği çubuğuyla çevirir, arada, kuru dalları iter tandırın içine, ateşi besler. Biri de pişen ekmekleri dizer üst üste adam boyu. Çaylar demlenir, içli çörekler pişirilir aynı tandırda, ekmek yapma gününün en keyifli anları başlar böylelikle.
Tandır başından otobüse döndürüyorum zihnimi. Toparlanıyorum oturduğum yerde, ayaklarım şişmiş oturmaktan. Camdan dışarıya bakıyorum. Dağlar, tarlalar, bağlar, onlar da zamanın donduğu bir yerden bana bakıyorlar. Yine bir bağ bozumu zamanına kavuştum, buradayım.
Gün iyice ışıdı, köye yaklaştım, üzüm bağlarının arasındaki yoldan ilerliyorum. Elinde üzüm sepeti olan kızla, delikanlıyı görür gibi oluyorum…