Asıl şifa nerede?

Limonu çok severim ama limonu severim. Mandalinadan bozma limonlar satılıyor artık. Gerçek limonu ara ki bulasın. Kasım ayının başlarıydı bir limon kürü yapmak istedim.

Abone Ol

Çarşı pazar dolaşıp hakiki limon aradım. En çok gördüğüm mandalinamsı limonlardı. Bir limon tezgâhına yaklaştım. Gerçek limonlarla mandalinadan bozma limonlar tezgâha karışık dökülmüştü. Seçmeye başladım. Açık sarı, yüzeyi hafif pütürlü limonları seçiyordum. Pazarcı genç, “abla sen limondan anlıyorsun, millet hep turuncuları alıyor,” dedi. Millet ne yapsın, algılar bozuldu, doğal olmayana o kadar alıştı ki insanlar, limon mu limon alıyorlar işte. 7 kiloyu geçkin limon aldım. Bana bu limon kürü yapma motivasyonunu da bir hocam sağlamıştı. Üniversiteden pek sevgili hocam, tarih profesörü Mehmet Ö. Alkan (bizim öğrencilik dönemimizde henüz asistan hocaydı) bu kürü her yıl yapar ve sosyal medya hesabında da paylaşır. Bu yıl ben de yaptım. Taşköprü sarımsaklarıyla ve limon ile bir kür hazırladım. 1,5 litrelik 2 cam şişeye sıktığım limonların suyunu doldurdum ve her bir şişeye bıçağın sapıyla hafifçe çıtlattığım 39 diş sarımsağı ekledim. Ağızlarını sıkıca kapattım. Serin ve loş bir yere kaldırdım. 1 ayın sonunda kullanıma hazır hale gelecek. Sabahları açken bir küçük kahve fincanı içip şifalanmayı umuyoruz. Bir ay bekleyip iyice fermente olduğundan olacak, içtiğinizde sarımsak kokusu da olmuyormuş.

Limon sarımsak kürüm bekleyedursun, gelelim asıl sözümüze. Geçenlerde abimin eşi aradı, sana geliyorum dedi. Geldi ama nasıl? Evlerimizin arası yürüyerek yaklaşık yarım saatlik mesafede. Bir pazar arabasını ağzına kadar Çanakkale’den abimin bahçelerinden getirdiği meyvelerle doldurmuş ve asansörsüz evimizin dördüncü katına kadar da çeke çeke çıkarmış. Ah nasıl üzüldüm, “insan aşağıdan zile basıp yardım istemez mi? Bunları neden sen çıkarıyorsun yukarıya?” diye. Birçok ailede olduğu gibi, paylaşmak bizim ailemizin de olmazsa olmazlarından. Birbirimize vermekten, birbirimiz için bir şeyler yapmaktan besleniyoruz adeta. Keza ablama gittiğimde de elim boş döndüğümü bilmem. Ablamın hazırladıkları yetmezmiş gibi eniştem de kocaman bir balkabağını kucağıma bırakabilir aniden.

Yine bir hafta sonuydu. Evde yalnızdım. Eşim bir arkadaşıyla görüşmeye gitmişti. Abimin eşini kahveye çağırmıştım. Evi bir güzel kahve kokusu sarmış, Serpil’ciğimle kahvemizi içip gelin görümce sohbet ederken kapı çalındı. Açtım eşim elinde iki torbayla girdi içeriye. Eşimin o gün görüştüğü arkadaşı Mersin’liymiş meğer. Kendi bahçelerinden toplayıp getirdikleri limon, portakal, badem, mandalina ve turunçlardan eşime de hediye etmiş. Artık ben ne kadar gerçek limon diye sayıkladıysam o güzelim limonlar arkadaşlarını da alıp gelmişti bana, Vallahi çok duygulanmıştım. Eşinin elleriyle yaptığı cevizli sucuk, sirke, kekik suyu ve domates sosu da cabası. Küçük şeylerle çok mutlu olan duygulanan biriyim.  O gün Serpil’in bizde olması beni daha da çok sevindirmişti çünkü onunla paylaşacaktım bu güzellikleri. Eşimin arkadaşı eşimi düşünerek hediyesini vermişti. Hediyesinin içinde Serpil’in de nasibi olduğunu nereden bilecekti.

Nasip meselesine ve insanın kalbinin karşılığını önünde sonunda mutlaka alacağına çok inanıyorum. Kahvaltıda düşünmeden ağzınıza attığınız zeytin taneleri mesela, nereden, hangi bahçenin, hangi ağacının dalından sofranıza ulaştı. O ağacın dalında yüzlerce zeytin tanesi büyürken hangi tanenin kime nasip olacağı belli miydi diye düşünür müsünüz? Tatlı kaşığıyla tabağıma aldığım kekikli limonlu birkaç zeytin o yerini bilmediğim bahçenin bilmediğim güzelim ağacında benim için mi büyümeye durmuştu diye düşünür, duygulanır şükrederim ben. Mersin’in bir yerinde bir bahçede büyüyen limonların sihirli bir el ile bana ulaştırıldığını hissettiğimde olduğu gibi.

Geçenlerde sevdiğim bir televizyon programına sevdiğim bir yazar konuk oldu. O gün programın konuğu yazar Aylin Balboa idi. Programın şöyle bir formatı var; gelen konuk elinde bir bavulla geliyor programa. Hayatınızı etkileyen, kendi dönüşümünüze katkı sağlayan eserleri ya da sizde iz bırakan eşyaları, kendi hikâyenizi anlatmanızı kolaylaştıracak ne varsa, yani sığdırabileceğiniz her şeyi koyuyorsunuz bavulunuza. Bavulunuzun sizi siz yapan yüküyle geliyorsunuz canlı yayına. O gün Aylin Hanım’ın bavulundan getirdiklerinin arasından bir de dergi çıkmıştı. Derginin adı “El Üfürük”dü. Bu dergi ilk olarak 1908 yılında yayımlanmış, dergiyi ilginç kılan ise 100 yılda bir yayımlanacak olmasıymış! Sizce de çok ilginç değil mi? Düşünsenize bir sayıyı gören sonraki sayıyı asla göremeyecek. Birileri çıkmış ve 2008 yılında bu derginin 2. Sayısını yayımlamış. Bir sonraki sayı çıkar mı bilinmez. 2108’de yayımlanması gereken 3.  Sayının çıkıp çıkmayacağını bizler asla bilemeyeceğiz. İlk sayıyı yayımlayanların 2. Sayının çıkıp çıkmayacağını asla bilemedikleri gibi.

Dergi bir mizah dergisiydi ve edebiyat aracılığıyla hayatla dalgasını pek güzel geçiyordu. Hayatla daha güzel dalga geçilemezdi her halde. Derginin ilk sayısında bir kupon yayımlamışlar. Bu kuponlardan 10 tane biriktirene “zaman makinesi” hediye edilecekmiş. Hayatla böylesi oyun oynayabilmek çok hoş değil mi? Dergiyle ilgili ekşi sözlükteki yorumlara da göz attım. Yorumlar tebessüm ettirdi; “zaman makinesi almak için kuponlarını biriktirdiğim dergi. Tarihe katkılarından dolayı editörlerini de arayıp teşekkür ettim.” “2108 yılını iple çekiyoruz,” gibi. 

Hayatın iyice zorlaştığı dönemleri yaşarken şu soğuk kış günlerinde sevdiklerimize yapacağımız güzellikler inanın şifalı olduğunu düşündüğümüz kürlerden çok daha fazlasını yapar bize. Bir güzellik yapalım birbirimize, hayat sevginin gücüyle güzelleşsin ve birlikte şifalanalım. Birini düşünmek, onun iyiliğini dilemek, biri tarafından düşünüldüğünü bilmek nasıl da besliyor, iyileştiriyor bizi. Hayat bir derginin sonraki sayısına ulaşamayacak kadar kısa. Sevelim, sarılalım, güzellikleri paylaşalım gerisi yalan.