Ada güncesi

Ne çok şeye sabretmek zorunda kalıyor insan. Daha küçük bir çocukken öğrenmek zorunda kalıyoruz sabretmeyi. Herkesin sabrettiği bir şeyler var ama herkesin sabrettiği şeyler farklı.

Abone Ol

Sabrettiğim, beklediğim, sabretmekte zorlandığım her ne varsa bir günlüğüne arkamda bıraktım o gün. Sabırdan söz ederken, pasivize olmaktan, tepkisiz kalmaktan söz etmediğimi tahmin edersiniz. Tam tersi, harekete geçmekte, tepki vermekte geç kalınmış olayları yaşadıkça, geç kalınan her an tahammül edilemez bir hâl alıyor.

Gerçekten sabretmenin gerektiği zamanlar; bekleyebilmek ve zamanın işini yapmasına izin vermekle ilgilidir.

İncinin öyküsü, küçük bir kum tanesi ya da başka bir yabancı maddenin istiridyenin içine kaçmasıyla başlar. Bu istiridye için rahatsız edici bir durumdur. Yabancı maddeyi yok edemeyen istiridye onu zararsız hale getirme yolunu seçer. Çareyi, ürettiği sedef tabakalarıyla, o yabancı maddeyi katman katman sarmakta bulur, “bir derdim var, bin dermana değişmem” deyişinin hakkını vermek ister gibi.

İnci, derdini zararsız hale getirirken bir yandan da onu korur ve dönüştürür. İşte burada sabır devreye girer. Zaman gereklidir. İnci bir anda oluşmaz, bazen yıllar boyu sürer oluşması. İncininki pasif bir bekleyiş değil bilinçli bir eylemdir. İstiridyenin kabuğu arasında, rahatsızlık, acı ve zorluk, sabırla yönetildiğinde güzelliğe ve değere dönüşür

Yıllar boyu yaşadığımız şehirde ayak basmadığımız ne kadar çok yer var. Çok uzun bir aradan sonra, yıllar sonra Büyükada’ya gittim. Öyle önceden planlanmış bir şey de değildi. Ani ve hızlıca çıkmıştık evden, 13.30 vapuruna yetişebilmek için. Gittiğim bütün adaları sevmişimdir. Ana karadan bağımsız kendine has ruhu olan yerler, denizlerin süsü adalar, anakaraya benzemez ama birbirlerine benzerler.

Tarihi köşklerin arasında dolaşırken, köşklerin hayata katıldığı ilk yılları, kimlerin, nasıl hayatlar yaşadıklarını merak ediyorum. Bazıları hakkında bilgiye ulaşabilirken bazıları sırlarını titizlikle saklıyor. Mor begonvilli, kedi zengini sokakları adımlıyorum.

Bir kilisenin önünden geçiyorum. İçini görmek istiyorum. Bahçesine giriyorum; siyahi küçük bir çocuğun taşkınlıklarıyla karşılaşıyorum. İçeri girdiğimde görevli siyahi bir adamın ziyaretçileri karşıladığını görüyorum.

“Bahçede gördüğüm haşarı çocuğun babası muhtemelen” diye düşünüyorum. Çocuğun, babasının görevi nedeniyle, çocukluğunu arkadaşsız, tek başına bir kilise bahçesinde geçirmekten sıkıldığını düşünüyorum. Sıkılmaya ne zaman başlamış, “sıkılma” duygusu başladıktan sonra ne kadar süre bu duyguya tahammül etmiş ve film ne zaman kopmuş ta sergilediği yaramazlıklarla kendini oyalar olmuş. Kiliseden ayrılalı epey zaman olmuştu ama o küçük çocuk bir süre zihnimde yürüyüşüme eşlik etti.

Sakin bir sokakta, eskiden “Hatırla Sevgili” adlı dizinin çekildiği köşkün bahçesinde kahve içiyoruz. Yanımda sevdiğim biri var. Sakin, huzurlu bir havası var buranın. Diziyi seyredesim geliyor, bu bahçeyi ekranda görmek istiyorum niyeyse.

Bana uzatılan kitabı alıyorum. Kitabın adı “Dünya Sakin Bir Yermiş Gibi” kapağını açıyorum; “Çocuk olamayan bütün çocuklara” yazıyor. İlk öyküyü okuyorum, hüzünlü buluyorum. Sabretmek durumunda kaldıklarımızdan bir günlüğüne kaçmaya çalışırken, küçük bir çocuğun boyundan çok büyük bir duyguya sabretmesi gerektiğinin tanığı oluyorum. “Sabır konusundan yine kaçamadım” diye düşünüyorum.

Yanımda sevdiğim, çok tatlı biri var. Kalkıyoruz, yürümeye devam ederken zihnimdeki siyahi çocuğa, öyküdeki kız çocuğu da ekleniyor. İkisi de yalnız, zihnimde bu iki çocukla yürüyorum bir süre ve onlar bir süreliğine yalnızlıktan kurtuluyorlar.

Öyküdeki küçük kız annesini bekliyordu sürekli. Yaşadığı, düşündüğü her şey bir şekilde dönüp dolaşıyor annesine varıyordu. Annesinin yokluğuna, geleceği umuduyla, kırık dökük sabrediyordu, sabrettiğini fark etmeden.

Bir de yıllar boyu çocuğuna kavuşmayı bekleyen anneler var.

Nasıldı o şiir; Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında/ Yekpare geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.

Zaman, sabır ve beklemek… Her geçen an, taşımakta zorlandığın taş yüküne yeni taşlar ekler durur, insafsızca.

Yıllar boyu evladına kavuşma umudunu sabırla besleyen annelerin, umudunun kırıldığı anlara tanık oldum. “Daha kaç yıl yaşarım, bu kavuşmaya ömrüm yeter mi diye sorduğunu, sabır yüküne ömrünün kaygısını da yüklediğini gördüm. Ya evladını kaybetmiş anneler nasıl sabrederler? Öbür dünyada kavuşacaklarının hayaliyle acılarının başını okşayıp, acılarını mı sakinleştirirler?

Dönüş vapurunda düşünüyordum. İstiridye yabancı maddeyi sedefle katman katman sarmalayıp inciye dönüştürüyordu. O gün ömürden kısa bir an yakalayıp, ince bir sedef tabakası atmıştık günün göğsüne.

Yine gelecektim. Bu defa çok sevdiğim başka biri daha olacaktı yanımda. Kendi sedeflediği bir sürü incisi olan biri…