Çok öncelerde bu yolculuğa güneş daha doğmadan, sevinç ve neşe içinde çıkardık. Uyuyamazdım sabaha kadar heyecandan. Yolculuk ve yolda olma duygusu köye gitme sevinciyle birleşir uyutmazdı beni.

Gün doğumunu yolda karşılamak, o kızıllığa doğru gitmek insanın ruhunda muhteşem duygular yaratırdı. Saatler ilerledikçe yolda arabalar artar, uzaktan evler, kasabalar, köyler görünürdü. Gördüğüm ve içinde insan olan her ana öyküler uydururdum kafamda. O günden bu güne içimde kendimle konuşmalarım, kendime öyküler, masallar anlatmam hiç bitmedi sanırım.

Bu yolculuğun birçoğunu babam ve annem ile yaptım. Geçtiğimiz yerleri anlatırdı babam. Tuz  gölünü, oranın bu yolculuktaki anlamını ondan öğrendim mesela. Hasan Dağına nasıl bakılacağını da. Yine aynı yollardan geldim buraya. Anladım. Anladım unutmamanın benim lanetim olduğunu. Değişen, büyüyen yerleşim yerlerinden sonra hiç değişmeyen yerlere. Anayoldan ayrılıp köye giden dokuz kilometrelik yola girince her arazi parçasının aynı kaldığını, hiç değişmediğini fark ettim. Zaman durmuştu bu avuç içi kadar yerde ve ben her şeyin hızla yaşandığı ve kirlendiği bir yerlerden buraya zamanda yolculuk yapmış gibi hissettim.

Buğday tarlalarının arasından geçerek geliniyor buraya. Sağlı ve sollu tarlaların bitiminde tepeler uzuyor iki taraflı. Bozkırın kokusu genzinizi yakmaya başlıyor. Altın rengine dönmüş buğdaylar rüzgarın hızına uyarak dalgalanıyor. İnsan başka bir denizin dalgasıymış gibi görüyor önce. Sonra tadı ve anlamı farklılaşıyor ekinlerin dalgalanmasının.

Yine aynı yerlerden geçerek geldim buraya. Yanımda kızım vardı. Babam bana nasıl anlattıysa Tuz Gölünü, Hasan Dağını öyle anlattım kızıma. Han Duvarları geldi aklıma o şiirden bir dörtlük;

    ''Gönlümü çekse de yârin hayali
    Aşmaya kudretim yetmez cibali
    Yolcuyum bir kuru yaprak misali
    Rüzgârın önüne katılmışım ben''

Ne neşe ne de sevinç vardı bu yolculukta. Ne annem ne de babam. Dokuz ay arayla bu dünyadan ayrıldılar. 36 gün önce kaybettiğim annemin kırk yemeği için buradayız. Annemi ve babamı anmak, son görevlerimizden birini yapmak için. Görev dediğime bakmayın, içimizden gelerek, can-ı gönülden yapıyoruz ne yaparsak.

Annemin ve babamın birlikte yaptığı eve gittik. Taşlarına dokunduk, odalarında gezindik. Ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı şaşırdık. Hepimiz gözlerimizi kaçırdık birbirimizden.

Bugün yeni bir veda vakti. Belki bugün idrak edeceğiz ayrılığı. Bugün dağlarla, tarlalardaki ekinlerle, akan sularla vedalaşacağız. Yine aynı yerlerden, zamanın hiç akmadığı bir coğrafyadan karışacağız hayatlarımızın içine. Bir gün bizlerde silineceğiz. Unutulacak adlarımız.   Bir daha ne zaman geliriz annemin babamın kardeşlerimin doğduğu yere bilmiyorum.

Ne söylesem eksik, ne söylesem anlamsız, ne söylesem olmamış gibi. Düşünüyorum, düşünüyorum hiçbir cevap uymuyor aklımda sorduğum sorulara. Yalnızca vedalaşmak duygusu var içimde. Vedalaşıyorum bir ömürle. Sevmeyi öğrendiğim insanlarla vedalaşıyorum.
Buralara gelmemin onca nedeni arasında bir tanesi öne çıkıyor. Ben buralara, annemin topraklarına, dağlarına, sularına, diktiği ağaçlara, sırtında taşını taşıdığı eve haber vermek için gelmişim. Hepsi duysun, hepsine söylüyorum; annem yok artık.