Dünkü yazımda Edirne'nin kenar mahallelerinde yaşayan romanların geçmişinden, günlük yaşayışlarından enstantaneler sunmuştum.  Sözü çerinin en fakir adamının oğlu Eyüp'le çeri başının kızı Güllü'ye getirip bazı kıvılcımlanmalara kapı aralamıştım. Kaldığım yerden yazımı sürdüreyim: 
İşte o Güllü, yıllar sonra, güzel mi güzel Roman kızı olmuş. Saçları kıvrım kıvrım kara, gözleri ela... Özenmiş bezenmiş yaratmış Mevla. Öyle bir güzel ki, doğan aya "ya sen doğ, ya ben" der gibi... Saçlarının lülesine sarı gülü takıp da güldükçe güller açılır, ağladıkça inciler saçılırmış...
Acep insan bakmalara doyar mı ki! Yüzüne bakanın nasibi, kısmeti artarmış. On parmağında on hüner varmış. Bir sepet dokur, bir sepet dokurmuş ki...Kim var kim yok cümle alem oturur da onu seyredermiş..
Güllü'nün salına salına naz ile yürüyüşü varmış ki, görenlerin nazarı kalır, Çeri'nin gençleri gözlerini Güllü'den alamazmış. Güllü Eyüp'ten başkasına yan gözle bakamazmış.
Uzun söze gerek yok, Eyüp'le Güllü'nün çocukluk günlerinde başlayan aşkı şimdi çeri başından başka herkese ayan olmuş. Ne yapmak lazım? Üç beş kişi bir araya gelmiş, usulünce çeribaşının kapısını çakmışlar.
O yıllarda başlık parası rayici zirvelere fırlamış. Çeribaşı "Elli keseden aşağıya bakmam," diyormuş. «Etme, eyleme,» demişler. Çeribaşı kestirip atmış: "Tavuk da su içip Allah'a bakıyor yani. Baldırı çıplağın Eyüp'ü, bu kızı bedava alacak değil ya!..." demiş.
Gençler gizliden gizliye buluşur bir umar düşünürken, Meriç'ın öbür yakasında Yunan sınırları içinde kalan  Çingene köyünün Çeribaşısı çıkıp gelmiş. Zaten bunlar eski arkadaşlar... Konuk çeribaşı bastırmış elli kese çil çil altını, Güllü'yü oğluna isteyivermiş.
O zamanlar haftada bir gelirmiş kara tren. Nehrin ötesine gidecek. Güllü'yü bindirmişler.  Kara tren cuf çuf ederken öyle bir duman savurmuş ki, Eyüp'e zulümlerin zulmü, küfürlerin küfrü gibi görünmüş. Hale makinisti trenin düdüğüne öyle bir asılmış ki , Edirne ovaları inim inim inlemiş, Eyüp'ün yüreğini delik delik etmiş. Cuf cuf cuf cuf!.... Koşmuş arkasından Eyüp. Nafile...
Yanmış, yakılmış Eyüp. Ağlamaktan kara gözleri kıp kızıl kan çanağına dönmüş. Yarasına tuz biber sarılmış gibi feryadı göklere yükseliyormuş. Dağlara vurmuş kendini dağlara, Taşolukta Güllü'nün gölgesini, Yalçınkaya'da  sesini aramış. Acı gerçek bağdaş kurmuş beynine. Olmaz, demiş. Yolmuş saçlarını; tırnaklamış yüzünü.
Eline ağzına vermiş. Yar yar, gitme diye haykırmış. 
Ne Güllü'den ses, ne nefes...
Deli rüzgar, esmiş de esmiş. Bora olmuş, fırtına olmuş. Kasırga olmuş...
Kamçı gibi Eyüp'ün bağrına vurmuş. Saç sakal birbirine karışmış.
Köyün garip Eyüp'ü bundan kelli göz göre göre Deli Eyüp olmuş. . Eğer bir gün birisi acıyıp da Eyüp'e:

"Eyüp nasılsın?» diye sorarsa, Eyüp üç yaşında bir çocuğun babasına şikâyeti gibi eliyle Meriç'in ötesini gösteriyor, perişan sakallarından aşağıya göz yaşı süzüle süzüle ağlıyormuş:

Sevdiğim iki gözüm ellere yar oldu ba buba
Kara tren aramıza kara duman ekti de
Göz göre göre yazık Eyup'a

Buraları sevemedim gönül orada
Yanıyorum toz biber yarada
Deli gönül eremedi eyvah murada
Yanıyorum tuz biber yarada

Gözlerimin karesi kırmızı nar oldu ba buba
Meriç'in azgın suyu aramıza girdi de
Göz göre göre yazık Eyup'a

Kimimiz kapı gıcırtısına, kimimiz Trakyalı Eyüp'ün deli gönlünü murada erdirmeyen aşkın ağıtına oynarız. Ba buba, hem ağlarız hem oynarız, biz ağlarsak 9 - 8'lik ağlarız türküsü. Roman insanının ruh halini en iyi yansıtan bir ağıt... İçi kan ağlasa da neşesini daim tutmaya çalışan bir tavır... Binlerce yıl önce ölen kralın matemini de eğlenceye çevirip kendilerini suya atmamışlar mıydı?