Kuş da olsan bir kere geliyorsun dünyaya demişti biri avlanmayı neden bıraktığını anlatırken. Ölümlü olduğumuzu unutarak yaşayıp giderken uzun ve düz bir çizgideki tek seferlik bir kalp atışıyla gerçeği yüzümüze haykırmıştı bu cümle. Bir kere geldik bu dünyaya ve hepimizin sadece bir hayatı var. Hani binlerce insan tanımlaması vardır ya insan şudur, insan budur diyen; ben de bir tanım ekliyorum binlercesinin arasına; ‘’insan yaralarını biriktiren canlıdır.’’ Aldığımız yaralar asla iyileşmiyor. Birikiyor, birikiyor, birikiyor. Kapandığını sandığımız yaralar olmadık bir zamanda olmadık bir yerde yeniden kanamaya başlıyor.

Hepimizin içinde kimselere göstermediğimiz sızılar var. Kimi çok eskilerden ve eskidikçe sızlıyor. Kimi çok yeni. Yeni olan mutlaka bir yolunu bulup eskisine bağlanıyor. Belki de tek bir yaraya dönüşüyor onca acı. Ve bizler o yaraların bıraktığı izlerle biz oluyoruz. Ya da olamıyoruz. Onlar yüzünden asla ulaşamıyoruz gidebileceğimiz yerlere.

Hepimiz bir çocuğun hayaliyiz aslın. Ve hepimiz içimizde o hayalin ne kadarının gerçekleştiğini biliyoruz. Peki gerçekleşmeyen kısmı bizi ara sıra kimsenin olmadığı bir kıyıya getirip bırakmıyor mu?

Bu da oldu sonunda; insan kılığındaki bir yaratık çocuklarını döverken canlı yayın yaptı. Bin kat derinleşti çocukların ruhunda açılan yara. Bin kat yaralandık hepimiz. Biz ne zaman bu kadar hastalıklı bir toplum olduk? Bunca umutsuzluk, huzursuzluk, kaygı nereden, ne zaman gelerek yerleşti gözbebeklerimize? İçinde yaşadığımız bu toplum bir bütün değil mi; hepimiz diğerlerinden sorumlu değil miyiz?

Canım yandıkça sorular soruyorum kendime, ‘’neden’’ diye başlayan soruların ömre zararını bilerek. Sanırım hiç bitmeyecek bu kısır döngü.

Asla kapanmayacak o çocuklarda açılan yaralar. O yarayı açan ölüp yok olsa bile çelikten bir prangayı çoktan taktı çocukların boyunlarına ve sımsıkı tutuyor prangaya bağlı zinciri. Öldükten sonra da mezarından kolunu uzatıp sık sık çekecek. Boğulduklarını hissedecek çocuklar. Korkacaklar. Ürkek bir kuş gibi tedirgin yaşayacaklar. Her şey yarım kalacak onlarda. Mutluluk yarım kalacak. Gülümsemeleri birden donuverecek yüzlerinde. Sonra içleri burkulacak.  Göğüs kafeslerine bir sancı oturacak.

Kapıları ve pencereleri olmayan bir odaya kapansam diyorum. Biliyorum ki benim gibi düşünen binlerce insan var. Herkes bu tür olaylardan uzaklaşmak istiyor. Hepimizde genel bir huzursuzluk hali çoktan başladı. Kaygılarımız arttı. Mutsuz,  huzursuz, kaygılı bireyler olarak yarı uykulu, yarı sarhoş bir halde karışıyoruz içine sokaktan, mahalleden, şehirden akan ne varsa.

Sanki bizim değil içinde yaşadığımız şehir. Birden değişmiş gibi. Sığamıyoruz hiçbir yere. Nereye ulaşsak, nereye varsak hep bir uğultu oluyor oralarda. Düşünmemizi, anlamamızı zorlaştırıyor. Hepimiz çaresizliğimizle bir başımıza kalıyoruz.

Bunca acı karşısında elimizden hiçbir şey gelmiyor.

Yaralı çocuklar yağıyor üstümüze, korkmuş kocaman gözleriyle. Yaralı çocuklar yağıyor üzerimize,  artık ağlayamıyorlar bile. Suskun, sessiz yağıyorlar. Hiç rüzgârın olmadığı karlı bir gecede sokak lambasının ışığının huzmesine sessizce, lapa lapa yağan karlar gibi.

Sonra eriyip kayboluyorlar bir gazetenin üçün sayfasında. Bir televizyonda bilmem kaç saniye görünüyorlar. Sessizce siliniyorlar. Yeryüzüne, toprağa dokunamadan eriyen kar taneleri gibi.

Ey insan; bu dünyada en acımasız sensin. Senden başka hiçbir canlı ruhen hastalanmıyor. Senden başka kimse işkence yapmıyor.

Kötüsün, karanlıksın, çirkinsin.