Vaktiyle palavrasıyla ünlü iki kişi söz düellosuna tutuşur. Biri işi iyice ilerletir, sürekli karşısındakini yalanlarıyla hırpalıyor. Diğeri de söz ustası ama karşısındakinin yalan dolanla sürekli kendisini hırpalamasını engelleyemiyor. Sonunda fırsatını bulup lâfını oturur; “Dur hele, bedava olan şeyi o kadar çok kullanma.”

İki komşu, yıllardır birbirleriyle çok iyi geçinmişler. Ama biri sürekli yalan söylüyor, diğeri de komşusunun bu huyundan bunalmış. Bir gün dayanamayıp lâfı ağzına yapıştırır; “Yalan para etseydi, sen köşeyi dönmüştün.”

Eskiden de yalan söyleyen çoktu, ama en azından bir ayarı vardı… İnsanlar yalan söylerken az da olsa utanırdı…

Bugün öyle bir noktaya geldik ki, neredeyse yalansız, riyasız hiçbir iş kalmadı. Yalan söylememek, doğruluk ve dürüstlük büyük bir meziyet oldu.

İnsanımız artık yalan söyleyenleri kabullendi, yalan söylemeyi normal karşılar oldu. Yalanlı dolanlı bir hayat yaşıyoruz.

Yalandan daha beteri linç hastalığı başladı…

Biri ortaya bir yalan atıyor… Kimi zaman uyduruk ve montaj resimlerle yalanı süslüyor…

Özellikle sosyal medyada büyük bir linç harekâtı başlıyor…

İftiralar, hakaretler, küfürler havada uçuşuyor…

Daha da kötüsü bazıları bunu meslek haline getirdi. Adına trol denen bir grup, birilerinin beslemesiyle yalanı, dolanı, başkalarına hakaret etmeyi meslek edindi…

Sadece siyasi değil, her alanda linç var… En basit spor haberinden magazin haberine kadar…

Bir de ticari linç kampanyaları var ki…

Bazı şirketleri iflas noktasına getiriyor…

Yüzde yüz Türk malı şirketler bile İsrail ve Yahudi şirketi diye yaftalanıyor, olmadık yerlerle bağlantı kurularak hedef yapılıyor.

Öyle hale geldik ki, sokakta bile linç etmeyi alışkanlık haline getirdik.

Ayağınız takılıp düşseniz, o ara biri hırsız diye iftira atsa, üzerinize çullanıp linç ederler…

Neyi, nasılı soran yok, işin aslını araştıran yok… Sadece topluluk psikolojisiyle herkes saldırıyor…

İşin garip tarafı…

Siyasetçisinden bürokratına, gazetecisinden sporcusuna, gencinden işadamına kadar herkes linçten ve trollerden şikâyetçi…

Ama çare arayan yok…

Çünkü linçten beslenenler var…

*****

Makamı kumrulara terk etti

Trafik kazasında hayatını kaybeden Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Prof. Halûk Dursun ile 1996-1997 yıllarında Son Çağrı Gazetesinde birlikte çalışmıştık. Rahmetli hocamız anısına Topkapı Sarayı Müdürlüğü yaptığı dönemle ilgili bir yazısını paylaşıyorum…

Aslında bu olayı emekli olup, köşeme çekildikten sonra yazmayı düşünüyordum. Çünkü biliyordum ki, ben yine çenemi (kalemimi) tutamayarak zülf-ü yâre dokunacağım...

Ama o dönemde yaşananları anlattığım bir dostum çok ısrar etti, “Bunu mutlaka yazman lazım” dedi. Ben de hikâyenin içinde hem bürokratik bir zihniyet, hem de gerçek bir aşk hikâyesi bulunduğu için saray tarihine bir kayıt düşürmeye karar verdim...

Kimse ısrar etmesin isim vermeyeceğim.

Topkapı Sarayı'nda müdürlük yaptığım dönemde, makam odamda otururken bir kumrunun açık pencereden girerek avizenin etrafında uçtuğunu gördüm. Hiç kımıldamadan seyretmeye başladım.

Kumru sanki tavaf eder gibi odanın her tarafında dolaştı, avizenin üzerine kondu, bir süre oturdu. Sonra geldiği gibi uçup gitti. Biraz sonra yanında başka bir kumru ile tekrar geldi.

Bu sefer sanki bir ev (saray) sahibi edasıyla onu gezdirdi. Yeni geleni elinden, (kanadından) tutar gibi aldı ve avizenin içine oturttu. Bir süre koklaştılar. Sonra uçup gittiler.

Ertesi gün ikisi birlikte ağızlarında dal parçacıkları ile geri geldi ve avizenin içine bir yuva kurmaya başladılar. Yuva bir kaç gün içinde kuruldu.

Ben olup biteni hiç ses çıkarmadan izliyordum. Dişi kuş yumurtlama hazırlığı yapıyordu.

Galiba onlar da beni izliyordu ki, hiç tedirgin olmuş gibi görünmüyorlardı. Buna karşılık dışarıdan odaya başka birisi girince, hemen ürküp pencereden kaçıyorlardı. Baktım olmayacak, makam odamı onlara bırakıp hemen karşıda bulunan küçük bir odaya geçtim.

Bir gün televizyon çekimi için Topkapı Sarayı'na gelen gazeteci dostum rahmetli Savaş Ay, “Hocam niye bu küçücük odada oturuyorsun” diye sordu.

“Ben hâlden anlarım, bir kumru arkadaşım sevgilisine, “Ben seni saraylarda yaşatacağım” diye söz vermiş, insan yuva kurana yardımcı olmaz mı” dedim.

“Hocam ne olur göster şu yuvayı bana” dedi ve kapıdan odadaki yuvanın fotoğrafını çekti.

Ertesi gün beni Ankara'dan arayan arayana... “Derhal makam odası açılsın, kumruların yuvası dağıtılsın, saray bakımsızlıktan perişan olmuş görüntüsü verilmesin” dediler.

Meğer Savaş Ay, haber yapmış bizim kumru hikâyesini...

Hemen aradım, “Üstad sen ne yaptın” dedim.

“Hocam bu kadar güzel malzeme (haber) buldum, yazılmaz mı Allah aşkına” dedi. “Gazetede sabah toplantısında anlattım, herkes ayağa kalktı ve seni alkışladı” diye ilave etti.

“Sadece gazete değil, Ankara da ayağa kalktı sayende” diye cevap verdim.

Şimdi ne yapacaktım? Çifte kumrulara kol kanat gerip onların saadetlerini korumaya mı çalışacaktım, yoksa odayı kullanıma açarak bir yuvanın dağıtılmasına mı neden olacaktım?

Bir şekilde, ya ben makamı ya da o kumrular makam odamdaki yuvalarını kaybedeceklerdi.

Akşama kadar Bakanlıktan beni aramayan kalmadı...

“En azından yumurtadan yavru kuşlar çıksın, uçup gidene kadar bekleyelim” diye düşündüm.

“Ben yuvayı almam, siz beni görevden alın isterseniz” dedim.

Ertesi gün yuvaya bakmaya gittim ki ne göreyim, yuva yerinde duruyordu ama kumrular yoktu.

Yuva yerinde durmasa, “birisi kuşları ürküttü, kovaladı” diyecektim. Halbuki yuva yerli yerinde duruyordu. Kumrular sanki durumu hissetmiş ve sessizce çekip gitmişlerdi. Bir daha da hiç gelmediler.

Ben daha sonra Topkapı Sarayı'ndan Müsteşar ve Bakan Yardımcısı olarak Ankara'ya gittim.

“Kuşların yuvası dağıtılsın, makama sahip çıkılsın” diyenlerin ise hiçbirisi Bakanlıkta makamlarında kalamamıştı.

Muhakkak ki, biz de bir gün bu makamlardan uçup gideceğiz. Kuşlar ise hep sevmeye, uçmaya ve yuva kurmaya devam edecek.

*****

TEBESSÜM

Politikacı

Temel’e, küçükken, ilerde ne olacağı sorulunca hep “Politikacı olacağım” derdi.

Temel’e büyünce sormuşlar:

- Sen politikacı olacaktın, niye manav oldun?

- Politikacı gibi yalan söyledim…

*****

GÜNÜN SÖZÜ

Adınızın yalancıya çıkmasını istiyorsanız, gerçeği söylemeye devam edin.

Logan Pearsall Smith