Dün konu ettiğim Dr. Efdal Sevinçli’nin “İzmir Basın Tarihi “ne ilişkin yazımın sonunda bugün Kebikeç’den söz edeceğimi belirtmiştim. İzin verin bir girizgâh yapayım: Divan edebiyatına yabancı olanlar girizgâh nedir diye sorabilir. Girizgâha, başka söze yol açmak için söylenen söz, veya ana amaca giriş, diyebilirsiniz. Divan edebiyatında girizgâh, kasidenin nesib ya da teşbib olarak adlandırılan ilk bölümünün ardından gelen ve esas bölümü teşkil eden methiye (övgü) kısmına geçişi sağlayan beyitin adına deniliyor.

İnsan yaşlandıkça benim gibi konuyu dağıtıyor. Daha fazla dağıtmadan asıl konuya girmek için Behçet Necatigil’in “Kitaplarda Ölmek,” adlı şiirini aktarayım:

“Adı, soyadı / Açılır parantez / Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti / Kapanır parantez // O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı / Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları. // Ya sayfa altında, ya da az ilerde / Eserleri, ne zaman basıldığı / Kısa, uzun bir liste / Kitap adları / Can çekişen kuşlar gibi elinizde. // Parantezin içindeki çizgi / Ne varsa orda / Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci / Ne varsa orda. // O şimdi kitaplarda / Bir çizgilik yerde hapis, / Hala mı yaşıyor, / korunamaz ki, / Öldürebilirsiniz.”

Bu ön girizgahtan sözü kitaplara getireceğini anlamışsınızdır. Anlamayanlar için kitabın bir başka haliyle, girizgahı sürdüreyim. Bu da, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirinden bir bölüm:  

“kitaplar da bizim gibi / doğuyorlar büyüyorlar ölüyorlar /  doğan ölür bir gün elbet  ne kuşku / ne var ki öyle değil kazın ayağı / öyle değil işte kurdun kuyruğu / bizler nasıl doğuyorsak / nasıl  büyümüyorsak / nasıl ölmüyorsak / kendi toprağımızda / kitaplar da bizim gibi / yakılıp gidiyorlar düşman ellerde / doymadan gençliklerine / yaşamlarına…”

İşte girizgâh bitti.

Çağlar çağlar öncesi de kimi kitaplar yaşlı, kimileri gencecik yaşta ölüp gidiyorlardı. Ona engel olmak için eli kalem tutan hattatlar, mücellitler, gözü kitap gören aydınlanmaya özlemli insanlar, bir tılsımı atalarımıza öğretmiş. Atalarımızdan da bize gelmiş: “Yâ hafîzu yâ kebîkeç”  

Kitapları yazarak çoğaltmak kadar, onu yılların yıpratıcı etkilerine karşı korumak da gerekiyordu. Bu nedenle insanlar elyazmalarını koruyabilmek için başına, onları kitap kurtlarından korusun diye; bir tılsım sandıkları “Yâ Kebîkeç” yazmışlardı. Osmanlı’da yazarlar, kitaplarının ilk sayfasına “Yâ Hafîz, Yâ Kebîkeç” kelimelerini yazarak, haşerattan eseri korumak istemişlerdi.

«Yâ Kebîkeç»’in , kitapları böceklerden, güvelerden koruyan bir tılsım, efsun olduğuna inanıyorlardı. Bir başka bakışla, kebîkeç, kitapları her türlü haşerattan koruyan efsane bir canlı, ya da kitap kurtlarının şâhıydı. Kimine göre kitapları koruyan melekti. Zararlı böcekler ve kitap kurtları, Kebîkeç’ten izinsiz iş yapmazlardı.

Bu kelimenin yazılı olduğu kitaplara, ağaç kurtları ve güvelerin ilişemediğini gösteren pek çok menkıbe vardı. Onlardan birinde Yâ Kebîkeç kelimesini kitabı başına değil, sonuna yazan yazarın elinde yalnızca kitabın son sayfasının kaldığı anlatılıyordu.

Kebîkeç’e “sürüngen ve böceklere hükmeden melek ya da cin” diyenlerle birlikte, “Hüdhüd Kuşu” diyenler de vardı. Onlar, bu kuşun tüylerinin, korusunlar diye kitap sayfalarının arasına korlardı.  

Şimdi konuya bilimsel bir bakışla yaklaşalım. Farsça Burhân-ı Kâtı sözlüğünde Kebîkeç’in “Düğün Çiçeği”, “Kurbağa Otu” ve “Mastara Çiçeği” diye geçmesi, bazı Osmanlıca sözlüklerde de “Düğün Çiçeği” diye adlandırılması, bizi bir gerçeği ulaştırıyor:  Zehirli bir çiçek olan kebîkeçin, kitapların arasına konmasıyla haşerâtın kitaplara zarar vermesi engellenmekteydi. Hatta zamanla Kebîkeç bitkisini ezip, suyu ile kitap kapaklarına “Meded Yâ Kebîkeç” yazarak bu işi daha estetik hâle getiren hattatlar da çıkmaya başlamıştı.

Eskiden kitapların sayfalarını yapıştırmak için nişasta gibi organik malzemeler kullanılmaktaydı. Bu da haşereler için çekici bir unsurdu. Kebîkeç bitkisi, mürekkebin içine ya da kitabın arasına kurumuş olarak konunca, saçtığı koku ve bünyesindeki zehir sayesinde böcekler kitaplardan uzak tutuyordu.

Kebîkeç bitkisi zamanla unutulmuş, Kebîkeç ismi tılsımlı ve efsunlu bir hâl almıştı. İşin özü, “Zehirli Düğün Çiçeği”, “Sihirli Haşere Meleği” olup çıkmıştı. Adı muska olmuştu.

Botanik açıdan Kebîkeç bitkisi “ranun-culaceae” bitki âilesinde yer alıyor. Günümüzde “Aslan ayağı”, “Yaban kerevizi” gibi isimlerle de biliniyor, tıpta kullanılıyor.

Şiirle başladığımız yazımı Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dörtlüğü ele bitireyim:

“Bıraktın bir hatıralar yığınında beni de yavrum; / Ki sevgim verdi sana bir koku gibi bütün dünyasını. / Ve ben bu sabah vaktinde iyice hissediyorum, / Bir kitap arasına bırakılmış çiçeklerin yasını.”