Bir gazete haberi beni nerelerden nerelere götürdü. "bilinçsiz diyet yapanların, vücut dirençleri düştüğü için vereme yakalanıyorlarmış. Bunun için fakir hastalığı olarak bilinen verem hastalığı, günümüzde zengin, fakir dinlemiyor, sosyal seviyeye bakmıyormuş. İşadamı düzeyinde, mesleği olan ve ekonomik sorunları olmayan çok sayıda verem hastası bulunuyormuş.

Verem, ne soğuk yüzlü, ne sevimsiz kelime. Ocak ayının ilk pazartesi gününden sonra başlayan hafta eskiden Veremle Savaş Haftası olarak kutlanırdı. Elmacık kemikleri çıkmış, boynu incelmiş, yüzlerinde ıstırap ve bezginlik belirtileri görülen bir insanı gösteren afişleri, vereme yakalanmamak için iyi  beslenme, temiz hava ve bol güneşin  gerekliliğini öğütleyen yazıları, kolumuza vurulan aşıları hatırlıyorum. Ünite dergilerinde veremle ilgili sayfa sayfa şiirler yer alırdı:

"Karar verdik ulusça / Veremi yok etmeye.  / O da tam sıtma gibi, / Yüz tutuyor bitmeye. 
Sayısız dernek kurduk / Yurt içinde her yana.  / Aşılarla saldırdık  / Verem denen düşmana.
Gözlerimiz açıldı, / Artık millet uyandı.  / Köy, kasaba her bucak,  / Ne güzel aydınlandı. 
Yıkacağız yakında / Gizli kalelerini.  / Karar verdik and içtik,  / Yok etmeye veremi."

Gaziantep yöresinde, "Ahcik"e yakılmış türküler vardır. İlk aşk tomurcuklarının belirmeye başladığı yıllarda, ıssız yerlerde söylerdim. Aşık olduğumu sandığım kızın anneannesinin Ermeni olduğu söyleniyordu:

"Bahçelerde mor meni,    
Verem ettin sen beni,
Ya sen İslâm ol Ahcik,
Ya ben olam Ermeni..."

O dönemler geçti, Liseli günlerimiz başladı. "Han Duvarları"nı elimizden bırakmıyorduk. Oldum olası ezberim zayıftır. Aklım kevgir gibidir. Gözümden beynime gidenler, tutunamazlar akar giderler. Ama, Han Duvarları'nda Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın sözleri her nasılsa beynimde takılı kalmıştı:

"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
 Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben."

Üniversite'den sonra bir süre Servet-i Fünun dönemi Türk Edebiyatı ile ilgilendim. Cenap Şahabettin ve  Tevfik Fikret hakkında kitaplar yazdım. Sonra bu halkayı biraz genişleterek Abdülhak Hâmid ve Ahmet Haşim'i ekledim. Servet-i Fünun'un mevsimi sonbahar, rengi sarı, kadını solgun ve veremliydi... 

1940'lı ve 50'li yıllarda da vereme yakalanmak neredeyse moda olmuştu. Verem "aşk"la özdeşleşmiş bir hastalık sayılıyordu. İnsanı yiyip bitirmesi, benzini sarartması, gece uyku uyutmaması, zayıflatması, çaresiz bir dert olması, kan kusturması... onu âşıklara layık bir hastalık yapmıştı. Bu yüzden  ince hastalık derlerdi. Hastalığın o yıllardaki yaygınlığı, edebiyat, sinema ve müziği de etkilemişti. Bu nedenle,  gençlik yıllarımızın siyah-beyazlı filmlerinde, sevgililerden birinin yakalandığı ve ılık gecelerde, tahta sandalyeli yazlık sinemalarda, bizi hıçkırıklara boğan hastalık veremdi. Başında kısa aralıklarla öksürük efekti gelen "Veremli Kız" türküsünü bilmem hatırlayanlar var mı? Simdi kanser ve kalp hastalığı modası çıktı da efektçiler kadın ve erkek öksürük ve inleme sesi aramaktan kurtuldular. 

Verem yokluğun, sefaletin ve duygu yoğunluğu içinde olanların hastalığıydı. Elbette şairler başta geliyordu. Bunlardan biri Muzaffer Tayyip Uslu'ydu. İşte bir şiiri: 

KAN

Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım
Anladım ama,  iş işten geçmiş ola
Şöyle bir etrafıma baktım
Baktım ki yaşamak güzeldi hala

Mesela gökyüzü
Maviydi alabildiğince
İnsanlar dalıp gitmişti
Kendi alemine

Dünya edebiyatında vereme yakalanmış şairler arasında Lord Byron, Guy  de Maupassant,  Paul Eluard,   Maxim Gorky, Panait Istrati, George  Orwell,   Friedrich Schiller, Albert Camus, Dylan Thomas  sayılabilir.