Dün Türk Dil Bayramı idi... Çoğumuzun haberi bile olmadı...

Türk Dil Bayramı bilinmiyor; çünkü dilimize, güzel Türkçemize önem vermiyoruz.

Atatürk, 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni (Türk Dil Kurumu) kurdu. 26 Eylül 1932'de İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda Birinci Türk Dil Kurultayı toplandı. Kurultaya, çok sayıda bilim adamı, yazar, öğretmen, gazeteci, sanatçı ve devlet adamı katıldı. Atatürk de, kurultayı baştan sona kadar takip etti. Türk Dil Kurultayı'nın toplandığı 26 Eylül, Türk Dil Bayramı olarak kutlanıyor. 

Doğrusunu söylemek gerekirse, kutlanmıyor. Bazen kutlanıyor gibi yapılıyor...

Dil, daha doğrusu Türkçe ortak değerimizdir. Türkçe bozulursa, ortak dil zarar görürse toplumda huzur da kalmaz, düzen de kalmaz. Çünkü anlaşabilmenin, konuşabilmenin temel şartı dildir...

Daha da önemlisi, Türkçe kuşaktan kuşağa kültür ve bilgi akışını sağlayan yegane araçtır...

Toplum için bu kadar önemli olan Türkçe'ye gereken özeni gösterdiğimizi söylemek mümkün değil.

Radyo ve televizyonlarda sunucu olarak görev yapanların birçoğu üç kelimeyi bir araya getirmekten aciz... Yine radyo ve televizyon programlarında, konuşmacılar da maalesef Türkçe'ye gereken özeni göstermiyor.

Sosyal medyada deyim yerindeyse Türkçe katlediliyor. Başı sonu olmayan, ne söylendiği anlaşılmayan garip bir dil oluşturuldu. Gereksiz ve anlaşılmaz kısaltmalar, yuvarlama kelimeler... Her şey karman çorman olmuş... Kelimelerin farklı anlamlarda kullanılması, şekillerle derdimizi anlatma hastalığı ayrı bir garabet...

Sokakta ise durum daha da beter... Sadece İstanbul değil, Anadolu'nun birçok şehrinde, hatta kasabalarda yabancı dilde tabelalar almış başını gidiyor... Sadece işyeri değil, semt isimleri bile bazı yerlerde maalesef yabancı dilde yazılıyor...
Daha da büyük bir sıkıntı, özellikle ders kitaplarında yapılan Türkçe yanlışları... 

Çocuklar öğrensin diye hazırlanan ders kitaplarında hem anlatım bozuklukları var, hem de imla hataları... Çocuklarımız okulda neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrenemiyor.

Bütün bunların arasında Türk Dil Bayramını kutladık, daha doğrusu kutlar gibi yaptık...

Böyle bir bayramdan veya böyle bir bayramın kutlandığından kaç kişinin haberi oldu...

Türkçe'ye korumazsak, Türkiye'ye de sahip çıkamayız...

***

Liselinin gizemli aşkı

Rasim, bir akşam okuldan döndüğü sırada, kendi ismine gelmiş bir zarf buldu. İçinde, çiçekli bir kâğıt üstüne şu satırlar yazılıydı: "Rasim Bey, ben sizi uzaktan uzağa seven bir genç kızım. Çok güzel olduğumu korkmadan söyleyebilirim.

Dünyada en büyük emelim sizin tarafınızdan sevilmek ve sizinle evlenmektir. Yaşlarımız çok küçük olduğu için zannederim ki, birkaç sene beklemek gerekecek. Şimdilik kendimi size tanıtmayacağım. Mektuplarınızı yazmış olduğum adresime taahhütlü olarak gönderiniz. Benim çok mutaassıp bir babam vardır ki sokağa çıkmama çok az müsaade eder. Belki bir gün ayaküstü görüşebiliriz. Kendimi şimdiden nişanlınız saydığım için sizinle görüşmeyi fena ve ayıp bir şey görmüyorum. Evde yalnızlıktan çok canım sıkılıyor. Mektuplarınız benim için bir teselli olacak."

On altı yaşına gelmiş her genç gibi Rasim için de hayatta sevilip sevmekten daha önemli bir şey yoktu. Bu mektubu okur okumaz yüreğine bir ateş düştü. Tanımadığı bu kızı deli gibi sevmeye başladı. O gece sinemaya gidecekti, vazgeçti. Erkenden odasına çekilerek kendisini seven bu genç kıza uzun bir mektup yazdı. Mektubu posta kutusuna attığı zaman birdenbire on yaş büyümüş gibi gurur duyuyordu.

İsminin Bedia olduğunu söyleyen bu genç kız, Rasim'in mektuplarına düzenli olarak cevap veriyor, eğer bir iki gün geciktirecek olursa kıyametleri koparıyordu; "Sizi ne kadar sevdiğini ve sizin mektuplarınızdan başka tesellisi olmadığını söyleyen zavallı bir kızın gözlerini yollarda bırakmak doğru olur mu? Hem mektuplarınızı çok kısa yazıyorsunuz. Bir rica daha; mektuplarınızı biraz okunaklı yazıyla yazamaz mısınız?"

Genç okullu, akşamları erkenden odasına kapanıyor, sevgilisine kendini beğendirmek için saatlerce müsveddeler yaparak kitap gibi uzun mektuplar yazıyordu.

Bedia aynı zamanda meraklı bir kızdı. Bazen şöyle sorular sorduğu da oluyordu; "Evlendiğimiz zaman tatilimizi geçirmek için acaba İtalya'ya mı gidelim, İsveç'e mi? Bu iki memleket acaba nasıldır? Halkı nasıl yaşar, ne iş görür? Oralara gitmek için hangi denizlerden, hangi memleketlerden geçilir?"

Bazen de "Sen Abdülhak Hamit Bey'in Eşber'ini okudun mu? Nerelerini en çok beğendiysen yaz da ben de okuyayım..." diye sorardı...

Genç, nişanlısına karşı küçük düşmemek için coğrafya ve edebiyat kitapları karıştırıyor, onun istediği bilgiyi toplamak için günlerce çırpınıyordu.

Bedia bir mektubunda ona şöyle darıldı; "Sizinle muhakkak görüşmeye karar vermiştim. Dün okul dönüşünde yolunuzu bekledim. Fakat bir genç kızın nişanlısı olduğunuzu hatırlamamış, çok fena giyinmiştiniz. Üstünüz başınız, ayakkabınız çamur içindeydi. Çocuk gibi arkadaşlarınızla mı boğuştunuz acaba? Bunu görünce sizi mahcup etmekten korkarak yanınıza gelemedim."

Rasim fena hâlde utandı ve üzüldü. O günden sonra olağanüstü dikkat ve özenle giyinmeye başladı.

Bedia bir kez de onun okuldan çıkar çıkmaz eve gitmemesinden, geceye kadar sokakta dolaşmasından şikâyet etmişti. Acaba kendisi evde onun için ağlarken, o, başka kızların peşinde mi geziyordu?

Rasim dünyada Bedia'sından başka hiçbir kızı sevemeyeceğini yeminlerle yazdı ve sokakta dolaşmaya, tesadüf ettiği kızlara göz ucuyla bile bakmaya cesaret edemez oldu. 

Bir akşam, Rasim'in annesi Nedime Hanım, eşi Ahmet Beyi matemli bir çehre ile karşıladı, ağlamaklı bir tavırla; "Ah bey, başımıza gelenleri sorma. Oğlumuza Bedia isminde bir kız musallat olmuş. Bugün Rasim'in odasını düzeltirken mektuplarını buldum. Evladımız elden gidiyor. Bir çare bul."

Ahmet Bey'de hiçbir meraklanma işareti görünmüyor, tersine kıs kıs gülüyordu. Sesini alçaltarak; "Korkma hanım. Oğlana aşk mektuplarını yazan kız benim! Oğlandaki haylazlık arttıkça artıyordu. Ne okuldaki öğretmenler, ne ben, bütün gayretimize rağmen ona doğru dürüst yazmayı bile öğretemiyorduk. Nihayet düşüne düşüne bu çareyi buldum. Rasim'in kıza yazdığı mektuplar sayesinde yazıyı mutlaka öğreneceğinden ve bu sene sınıfı geçeceğinden eminim. Doğrusunu istersen, ben de yazıyı bir zamanlar sana mektup yaza yaza öğrenmiştim."

***

TEBESSÜM

Pahalı ev

Temel büyük bir sevinçle karısının yanına geldi.

- Müjde karıcığım! Daha pahalı evde oturmak istiyorum, diyordun ya... Artık istediğin olacak.

Karısı heyecanlı bir sesle sordu:

- Nasıl yani? Daha pahalı bir eve mi taşınıyoruz?

-Hayır, ev sahibi kiraya zam yaptı...

****

GÜNÜN SÖZÜ

Namuslu olmanın bedeli yalnızlıktır.

Cemil Meriç