Televizyonun çıkmasıyla gazetecilik sulandırılmıştı.

İnternetle birlikte gazeteciliğin suyu iyice çıktı... 

Gazetecilik adına anormal şeyler yapılıyor.

Bir dönem televizyon haberciliğinde işkenceye dönüşen "az sonra" değişik bir şekliyle internet haberciliğinde kendini gösterdi...

Bir haber sitesinde, habere bakmak istiyorsunuz...

Bir başlık dikkatinizi çekiyor. Haberi açıyorsunuz, oku oku ancak başlıkla ilgili hiçbir bilgi yok... Başlık ayrı, haber çok çok ayrı...

Habere de öyle bir tıkla ulaşamıyorsunuz...

Basit bir haber için fotoğraf galerisi oluşturulmuş. Her fotoğrafın altında bir cümle... Haberin tamamını okuyabilmek için 40-50 tık yapmanız gerekiyor... Sonuç hüsranla bitiyor... Çünkü başlıktaki bilgi haberde yok...

Okuyucunun dikkatini çekmek için habere ilginç başlık atmak, gazetecinin başarısıdır...

Ancak konuyla ilgili olmayan bir başlık atmanın yalan haber vermekten ne farkı var... İnsanların boşa vaktini çalmak ne kadar ahlâkidir. 

Hele hele bir resim altı ile özetlenebilecek haber için konuyla hiç ilgisi olmayan 40-50 resim kullanarak abartmanın ve haberi okumak isteyenlere Çin işkencesi çektirmenin mantığı nedir?

Günlük gazeteler başta olmak üzere haber sitelerinin neredeyse tamamı aynı şeyleri yapıyor...

Gazeteciliğin ana kuralı, haberi en kestirme yoldan, en kısa şekilde ve en net ifadelerle okuyucuya ulaştırmaktır...

Gazetecilik, haber vermeme haline dönüştürüldü.

Üç tık fazla olması için okuyucuya bu işkenceyi çektirmeyelim...

Vakit nakittir, insanların vaktini çalmayalım...

****
Bir üniversite hikayesi

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, utangaç bir tavırla üniversite rektörünün odasına yöneldi. Tam bu sırada rektörün sekreteri, masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne olduğu belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkânsızdı... Rektörün o gün onlara ayıracak bir saniyesi bile yoktu. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi...

Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü ikna etmeye çalıştı. Anlaşılan çare yoktu. Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın makamına gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın... "Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz."

Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak; "Bina mı?" diyerek tekrarladı; "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi... Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektörün yüzü karma karışıktı... Yaşlı adam başıyla onayladı. Jane ve Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya gittiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.
Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini Stanford'u...

***

TEBESSÜM

Yüzme bilmiyor

Bir bakan, gazetecilere kendini hiç sevdiremez. Basın, her gün kendisiyle uğraşıyordu. Bakan, "Öyle bir şey yapayım ki, gazeteciler mat olsun" diye düşündü ve ilan etti:

- Pazar günü saat 10'da denizin üzerinden yürüyerek geçeceğim.

Pazar sabahı saat 10'da gazeteciler toplanır. Bakan gelir ve elinde bastonuyla denizin üzerinde yürümeye başlar. Karşı kıyıya kadar yürüyerek geçer. Herkesin gözleri dehşetle açılır.

Ertesi günü tüm gazeteler şu başlıkla çıkar:

"Bakan yüzme bilmiyor!"

****

GÜNÜN SÖZÜ

Özgür basın iyi ya da kötü olabilir, ama özgürlük olmayınca basın ancak ve ancak kötü olacaktır.

Albert Camus