Benim kuşağımın şanssızlığıymış bu talan ikliminde yaşamak. Ömrümüzün her noktasından bazen sessizce, bazen haykırarak içimize sızıyor bu duygu. Dağlarımız talan ediliyor. Ormanlarımız, derelerimiz, topraklarımız kısacası hayatımız darmadağın oluyor hoyrat bir açgözlülüğün doymak bilmez saldırılarıyla. Yavaş yavaş içindeki suyu kaybeden bir dal parçası gibi kuruyarak yok oluyoruz. Acaba sadece ben miyim bu yok oluşu aklımın her hücresinde, damarlarımda duyumsayan diye sormadan edemiyorum kendime.

Elbette yalnız değilim bu hayatın içinde. İyi yürekli insanlar talanı engellemek; içlerini kemiren bu acımasız durumdan kurtulmak için çabalıyorlar. Ne yazık ki insanın karşısında yine insan oluyor. Birisi yıkmaya; ötekisi yapmaya çalışıyor. Kişileri birbirlerinden iyilikleri ve kötülükleri ayırıyor.

Sizlere Kuzey Ege’den yazıyorum.  Bayramiç’de,  Kaz Dağlarının hemen yanındayım. Bayramda geldim buraya. Bandırma, Biga, Çan’dan geçerek. Çan’da bir termik santral vardı ikincisi yapım aşamasındaydı. Maalesef açılmış ikinci santral de. Yaklaşık bir kilometre kadar yoğun bir dumanın içinden geçerek ilerledim. Nefes almanın zor oldu anlardı. İçimden; talan ediliyorsun güzel ülkem dedim, talan ediliyorsun.

Biraz yoldan behsedeyimsizlere; içinden defalarca geçtiğim ve her yolculuk öncesinde beni heyecanlandıran rotadır bu. Bandırma’dan Çanakkale yönüne hareket ettiğinizde bereketli topraklar arasında bulursunuz kendinizi. Arada sırada Marmara Denizini görürsünüz sağ tarafınızda.  Uçsuz bucaksızmış hissi uyandıran tarlalar arasında akıp gider yol. Mevsimini rastlarsanız ayçiçeklerinden sarı bir deniz denizin ortasında kalırsınız. Tepelere doğru zeytinlikler uzar. Biga’ya ulaşıp Çan’a devam etmek için sola dönersiniz. Çan Çayı’nın kenarından kıvrılarak akan bir vadinin içinden geçer bu yol. Her tarafınız ormandır. Herkesin ömründe bir kere geçmesi gereken bir yoldur burası. Özellikle motosiklet tutkusu olanlara tavsiye ederim. Tatlı virajlarla kıvrıla kıvrıla yeşil bir cennetin içinden akar bu yol. İçinden geçtiğiniz ormanlar Kaz Dağlarını aşarak Edremit Körfezine kadar ulaşır. Siz aldırmayın maden kırk kilometre uzakta diyenlere; maden cennetin kalbinde, siyanür çukuru kalbimizi oyarak açılıyor.

Maalesef Çan’daki termik santrale ikincisi eklendi ve kesif bir kömür kokusunun, beyaz bir dumanın içinden geçerek bir kilometre kadar yolculuk yaptım. Hani büyük şehirlerde bol ışıktan dolayı yıldızlar görülmüyor ya o ışıltı talanın da görünmesine engel oluyor bence. Belki de biraz ışıltı, biraz şehirdeki yetiştirmek dürtüsü. Çünkü şehrin insanının zamanı az. Düşünmeye, hissetmeye bile zaman bulamıyorlar. Ancak işlerini yetiştirmeye, evine ulaşmaya çalışıyor.

Sevme yetisi Tanrı’nın insana verdiği bir armağan. Doğada bütün kavramlar zıtları ile var oluyor ya; sevmek hem mutlu olmanızı sağlıyor hem de acı çekmenizi. Acı çekmeyi bilmek de Tanrının bir armağanı bence. Sevebildiğimiz için anlıyoruz; anladığımız için acı çekiyoruz. Sevme yeteneğinden mahrum bırakılmışsanız eğer kanadı kırık bir kuşun çektiği acı umurunuzda olmaz. Ayakları satırla kesilip çöplüğe canlı canlı atılmış yavru köpek de umurunuzda olmaz. Ağaçlar, ormanlar, sular,  dereler umurunuzda olmaz. Sanırım Dostoyevski söylemişti; “insan en çok severken insandır” diye.

Talan hızlanarak devam ediyor. Benliğimizden parçalar kopararak sürüklüyor bizi girdabında. İnsan insanı öldürmeye, yok etmeye devam ediyor. Niçin? Koskocaman bir “HİÇ” için. Neyzen Tevfik’in boynundan çıkarmadığı muskada yazan kadar “HİÇ”.

Asla bir dilek değil ama insanların kesinlikle açlıkla terbiye olması gerekiyor. Acı çekmeden öğrenebilen canlı insandır. Bütün gösteri hayvanlarına numaraları zorla ve acıyla öğretilmiştir. Görmeyi, anlamayı ve hissetmeyi reddederek ömrünü geçiren insanlara yaşam mutlaka acı çektirerek öğretir olması gerekeni.

İtirafımdır. Anlamaktan yoruluyor insan. Tıpkı bilenerek tükenen bir bıçak gibi yoruluyor.