Dünü iyi bilmediğimiz için bugünün ciddiyetini yeterince anlayamıyoruz. Tarihi şahsiyetleri yarıştırma uğruna feda ettiğimiz gerçek tarihi yaşayan nesillerden uzak tuttuğumuz için bugün içinde bulunduğumuz kuşatmayı anlatmakta güçlük çekiyoruz.

Konu Akdeniz'deki bilek güreşinin sıcak çatışmaya dönmesi ihtimali. Sebep; münhasır ekonomik bölge, yani Akdeniz'in zemininde barındırdığı yeraltı kaynaklarında kim ne kadar söz hakkına sahip olacak, kim ne kadar istifade edecek?

Uluslararası hukuk, teamüller vs. alt üst olmuş, Akdeniz'e sınırdaş ülkeler Türkiye'nin karşısında bir blok oluşturmuş durumda.

AKTÖRLER YİNE AYNI

Bu  kuşatmanın yeni olmadığını, ancak az buçuk tarih bilenler anlayabiliyor. Öncesi ve sonrası ile 1. Dünya Savaşı ya da "paylaşım savaşı"nı gerçekleriyle bilenler...

Çanakkale'yi geçemeyen İngilizler, 1916'da Fransızlarla gizli bir anlaşma imzalamıştı. Sykes Picot olarak bilinen bu anlaşma ile ortak hedef belirlemişti: Petrol yataklarını ve Anadolu'yu bölüşmek...

O zaman da karşımızda Avrupa'nın sömürgeci, emperyalist devletleri vardı, şimdi de aynı devletler var. O zaman da Osmanlı'nın en ağır darbeyi yediği yer, Arap yarımadası ya da Ortadoğu olmuştu, şimdi de aynı. Aynı Peygamber'e vahyedilen kutsal kitaba inandığımız ve asırlarca ortak bir tarihe sahip olduğumuz Arap yarımadasının tamamı o günkü gibi şimdi de karşımızda. Çıkış noktaları, motivasyonları ne? İngilizlerin, geçtiğimiz asırda yükselttiği Arap milliyetçiliği ile "uyduruk şeyhler" aracılığıyla kurguladıkları yeni bir İslâmiyet anlayışı: Vahhabilik...

KOÇBAŞI YİNE AYNI

Vahhabilerin İngilizlerle işbirliğine girmesinin sonucu en son Şam düşmüş, 1918'de İngilizler'le ateşkes arayışına girilmişti. İngilizler, bu fırsatı iyi değerlendirdi. Zırhlıları ve devasa askeri güçleriyle geçemedikleri Çanakkale'yi elini kolunu sallayarak geçecek ve Anadolu'nun istediği yerini işgal edecek şartlar dayattı ve kabul ettirdi Mondros Ateşkes Antlaşması ile.

İstanbul'u bu anlaşma sayesinde işgal eden İngilizler, Ege'de Yunanistan'ı sürdü sahaya. Osmanlı ordusu da büyük oranda silahsızlandırılmış, işgalin tüm yolları dikensiz gül bahçesine çevrilmişti Mondros'la.

Anadolu topraklarında Yunan, Fransız, İtalyan askerleri vardı artık. Bu fiili durumu, yeni bir antlaşma ile kayıt altına almak istediler ve Sevr'i dayattılar.

Ama olmadı, kabul etmedi bu millet yapılan anlaşmaları ve sonuçlarını. Zaten işgal altında yaşadıklarını da kabullenememiş, çeteler kurarak yerel direnişler başlatmışlardı. Osmanlı kurmay kadrosu, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde işte bu çeteleri de organize hale getirip, bağımsızlık ateşini yakmıştı.

BUGÜN O GÜNE BENZEMESİN

İstanbul'dan yayınlanan ve uçaklardan Anadolu'nun her yanına atılan "Anadolu'daki direnişçilerin katli vaciptir", "Yunan Orduları, hilafet ordularıdır" tarzı fetvaları da dinlemedi bu millet.

İşte, bugünlerde çok nahoş tartışmalarla gündeme gelen Büyük Taarruz ve 30 Ağustos zaferi, o şartlar altında bu toprakların yiğitleri tarafından kazanılmıştır. Sadece Anadolu kurtarılmamıştır bu savaşla. Bir milletin, kendi bayrağı altında bağımsız yaşaması da teminat altına alınmıştır.

Kurtuluş Savaşı'nda kurmay kadro teslimiyeti kabul etmemişti ama işin siyasî tarafında olanlar ayrışmıştı. İşte bu ayrışma, petrol bölgelerinin tamamen sınırlarımızın dışında kalmasını da doğurdu.

Bugün de Türkiye'yi Akdeniz'de yok sayanlar, karşımıza yine Yunanistan'ı çıkarıyor. Çünkü Yunanistan'ın bu bölgeden elde edeceği ekonomik kazanç Avrupa Birliği'nin hanesine yazılacak bir zenginliktir. Tıpkı Ortadoğu'daki diktatörlerin zenginlikleri gibi.

Akdeniz'de bugün ortaya çıkan fiili durum, iç siyasete mahzeme edilemeyecek kadar hayati öneme sahiptir. İşte bu yüzden, o dönemlerdeki gibi "karşı cephelerde" yer alıp "hain" üretmek yerine, tek yumruk olmanın yolu acilen bulunmalıdır. Bugün izlenen dış politikayla arzu edilen hedeflere ulaşmanın imkansız olduğunu savunanlar, kendi çözüm yollarını da ortaya koymalıdır.