Yirmi dört yıl önceydi. Türk devletleri birer birer bağımsızlığına kavuşuyorlardı. Başta ülkemizde, sonra bütün Türk yurtlarında Simurg ya da Anka kuşları gibi yeniden doğuşun, dirilişin coşkusu dalga dalga yayılıyordu. Hakkını inkâr etmeden yazayım. Namık Kemal Zeybek'in estirdiği rüzgârın da etkisi vardı. 

Sevgi ve Hoşgörü kavramlarının yüreğimizde yeniden yeşerdiği, Ahmet Yesevi'yi Yahya Kemal'den sonra keşfetmeye çalıştığımız o günlerde,  Erdoğan Aslıyüce'nin önderliğinde Hoca Ahmet Yesevi Vakfı ve Yesevi Sevgi dergisi doğdu. 23 yıl ve 264 sayı... Yesevi Sevgi dergisi yeniden doğuşun ahdacı, sevgi bahçelerinin can suyu gibiydi. Sloganı Hoca Ahmet Yesevi hikmetlerinin özetinin özetiydi: "Sevgi tohumları ekelim, sevgi çınarları yetişsin." 

Her birimizin çevresinde sevgi çemberleri oluştu. Yesevi ile birlikte yüreğimizi Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş, Hacı Bayram, Eşrefoğlu Rumi gibi onlarca sevgi erenlerinin alevleri tutuşturdu. Sevgi ile yatıyor, sevgi ile kalkıyor ve her birimiz sevmeyi seviyorduk. O yıllarda doğan kızlarımızın, oğullarımızın bugün kızları oğulları oldu. Yesevi, Yunus, Mevlana, Hacıbektaş uluslararası arenalarda baş tacı ediliyordu. Ötekileştirmeden, birlikte yaşamanın rehberiydi bunlar. 

Elbette "Özbek Türkmen Uygur Tatar Azer bir boy, Karakalpak Kırgız Kazak bunlar bir soydu" ama biz Ermeni, Rum, Yahudi, Musevi, İsevi, Şii, Sunni, Alevi, Kürt, Laz, Çerkeş, Arnavut, Romen ayrımı yapmadan birlikte yaşıyorduk. Geçmişten her kesim derslerini almış gibiydi. Bu vatanın bir karışına birlikte can vermeye hazır olarak... Birlik, beraberlik içinde ayrışmadan, ötekileşmeden. Ayrıştırılmadan, ötekileştirilmeden. Sevgi tohumları, sevgi çınarları içindi... Şimdi neredeyiz, diye sormadan, biz yine dönelim sevgiye...  
Sevgi, sevmek ve sevilmek... Birbirini tamamlayan ne güzel sözcükler bunlar. Sevgiyi pozitif bir enerji yoğunluğu olarak tanımlayanlar var. Sevgi, ilişkilerde, insanın var olduğu günlerden günümüze kadar, gücünü koruyan bir olgudur. Yaşamak içgüdüsünün temelidir sevgi.
Boşuna söylememişler, "Sevgi ya da aşk bir hazinedir, o en ağır öyküleri hafif, en karanlık günleri aydınlık yapar" diye. 
Bir deyimimiz var: "Gönül sevenin, davul dövenin" şeklinde Yüzyılımızın en büyük halk ozanlarından Aşık Veysel de, "Güzelliğin o para etmez / Bu bendeki aşk olmasa.." diyor.

Sevgi veya aşk.. Sözlüklerimize bakacak olursak, ister Tanrı sevgisine yönelik olsun, ister canlı ve cansız varlıklara duyulan tutkulara, arzulara yönelik olsun, birbirine yakın kavramlardır bunlar. Din farkı olmaksızın inanç dünyasında, en yüce güzelliktir sevgi... Sevgi, Tanrı'nın insanlara bağışladığı duyguların en üstünüdür.

Gönlünde ister kendini Yaratan'a, isterse Yaratan'ın yarattıklarına karşı sevgi duyan, başkalarının yararını, kendi çıkarlarından üstün tutan, gerektiğinde özveride ileri gidebilen, karşılık beklemeyen, bu niteliği, yaşamının bir simgesi olarak taşıyabilen kişi mutlu olur. Seven kimse, kendini sevdiğinde görmek ister. Kin ve isteri krizlerinden temizlenir. Sevdiğini hoş tutmaya, hoşlanmayacağı şeylerden sakınmaya çaba gösterir.

Büyük şairlerimizden Eşrefoğlu Rumi bir şiirinde : "Elinde sükkeri ayruğa sunup / Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk." diyerek anlatıyor büyük sevgiyi.,.

Müslümanlıkta en büyük sevgi, bizi yaratan Tanrı'yadır. Sonra O'nun yarattığı bütün canlılara ve özellikle yaratıkların en onurlusu olan insanadır. Yunus Emre'nin "Yaratılanı hoş gör, Yaratan'da ötürü" felsefesi, Türk geleneğinin bir yansıması değil midir?
Temelinde sevgi bulunan toplumlar düşmanlık ve kinden uzak kalarak, çevrelerine sevgi ve sevecenlik dağıtmayı başarmışlar.. Olumlu düşünenler, iyi girişimde bulunanlar için yaşam, güzelliklerle doludur. Başkalarını mutlu kılmaya çalışanlar, severler, sevilirler. Gerçek mutluluk budur. Bütün dinlerin ana öğretisi sevgidir.

Yarınki yazımda konuyu evrensel boyutuyla ele alacağım