Âşık Çağlarî de Anavatan destanından bir kıta okuyarak zemherinin baharlarımıza bereket taşımasını dileyelim. 

“Senin sevdandır; inan senin sevdan.

Zemheri gibi şu gönlüme yağan..

Dağları boran, yaylası gül kokan,

Benim güzel Türkiyem cennet vatanım..”

Kar ne kadar çok yağansa yağsın, yaza kalmaz, diye bir atalar sözümüz vardır. Karın çok yağması bereket anlamındadır Anadolu’muzda. “Kar yılı, var yılı” sözü bunun için söylense gerek. Karlı günlerde, “Ben yanarım yavruma, yavrum da yanar yavrusuna” deyimini hatırlarım:

Adam, evinin damındaki karları kürümekte, anası da oğlu üşür hastalanır diye kaygılanmaktadır. Birkaç kez, aşağıdan seslenir:

“Oğul yeter artık. Üşüyüp hastalanacaksın.” Adam aldırmaz, damın başında oyalanır. Yaşlı kadın kundaktaki torununu kucakladığı gibi, getirip karların üzerine bırakır. Bunu gören adam:

“Ana, ne yapıyorsun? Delirdin mi” diye damdan inip yavrusuna  koşar.  İşte bunun için: “Ben yanarım yavruma. Yavrum da yanar yavrusuna” derler.

Radyoya “Kar”la ilgili bir program yapsaydım,  önce, ninemin anlattığı, gökyüzünde yaşayan kar kadınlarının, bohçalarında biriktirdikleri sulu pamukları boşaltınca karın yağdığı masalını, bir yere sıkıştırırdım. Haritayı karşıma alırdım: İşe Rumeli’den “Kar yağar alçaklara” adlı türküyle başlardım. İnerdim Kütahya’ya, “Kar mı yağdı Kütahya’nın başına” türküsünü eklerdim. Gelirdim İç Anadolu’ya Kayseri Pınarbaşı Emayıl köyünden “Kar yağar burum burum”u da alırdım. Doğu Anadolu’nun kapısını Sivas’ta açar, eşlemeli türkülerin güzel bir örneği olan “Kar yağar bardan bardan”ı kadınlar ve erkekler korosuna karşılıklı söyletirdim. Trabzon Çaykara’ya çıkarak “Kar yağayi yağayi” yi kemençe eşliğinde söyletirken, Elazığ’a iner, “Karmı yağmış şu Harput’un Başına” türküsünü de peşine eklerdim. Elazığ’dan Diyarbakır’a geçer “Kar yağar karın üstüne”yi alırdım. Zaman olursa Bayburt’tan da “Kara Basma İz Olur”u eklerdim. Uzun havasız program olmaz. Neriman Altındağ Tüfekçi’yi konuk eder ona da “Karlı dağlar karanlığın kalktı mı”yı söyletirdim. Bir aksilik olur diye “Pencereden kar geliyor, aman anam gurbet bana dar geliyor”u yedekte tutardım.  Programın sonu hareketli olmalı deyip “Kar yağıyor yağıyor/ Mantomu giyeceğim”le yarım saatlik programı bitirdim.

Her şey bir yana, Anadolu’da kış, hayvanlarının samanı, yemi az olan, yeygisi yiyeceği kıt olan, odunu, kömürü, ayağında ayakkabısı, sırtında paltosu, mantosu olmayanlar için erken gelen, geç giden bir mevsim.

Şarkışlalı Serdarî, 1900’lü yılların başından bir durum tespiti yapıyor:

“Rençperin sanatı bir arpa tahıl

Havasın bulmazsa bitmiyor pahıl

Tecelli olmazsa neylesin akıl,

Dördü bir okka dolumuz bizim.

Sekiz ay kışımız dört ay yazımız

Açlığından telef olur bazımız

Kasım demeden buz tutar özümüz

Mayısta çözülür gölümüz bizim

….”

Yeygisi, giygisi kıt olanlar için, kış günlerinin sona ermesi müjde olarak kabul edilir. Ruhsatî gibi cümle halk şükreder: “Gönül azât oldu gamu şitâdan / Şükür Yaradan’a yine yaz geldi / İşte böyle diyordum Hüdâ’dan / Şükür Yaradan’a yine yaz geldi …”

Anadolu’nun çoğu yerinde kış mevsimi Karakış, Gücük ve Mart aylarıdır. Eğer gücük ayında soğuklar şiddetli olursa “Deli Gücük” derler. Gücük, şubat ayının adı…  Her ne kadar Mart ayında kazma kürek yaksalar da gücük sonu ve mart başlarında a cemreler düşer ve havalar ısınmaya başlar. Rumî mart ayının girdiği gün, çok soğuk olduğuna inanılır. Yani, milâdî 13 Martta kar yağar. Buna “Gücük Döğüşü” denir. “Gücük çıkmam diyor, mart çıkarırım diyor” sözünü bazı yerlerde kullanılır.  Halk arasında “Kocakarı Soğukları" denilen 6-7 gün süren soğuklar 11-17 mart tarihleri arasında olur.. Bu günlere “Berdelâcuz Günleri” denir. Hatta “Yer Burdelâcuz, gök tâciz” diye bir atasözü de var.