Bu yazının başlığı Ernest Hemingway'in arkadaşları ile girdiği bir iddia üzerine yazdığı altı sözcüklü dünyanın en kısa öyküsüdür. Altı sözcükten oluşan bu öykü aklınızda günlerce düşüneceğiniz kadar uzun, günlerce içinizi yakacak kadar hüzünlü bir başlangıçtır. Sözcüklerin ve hayatın derinliğini anlamamızı sağlayan,  gücüyle bizleri şaşkına çeviren bir cümledir.

Siz İkinci paragrafı okumaya başladınız ve ben buraya kadar kaç sözcük yazdım bilmiyorum. Bilsem de hatta sayfalar dolusu yazsam da altı sözcüğün yarattığı derinliğe ve güce asla ulaşamayacak. Bu öykünün yarattığı imgeleme sığınarak bütün yazınsal sanatların tek bir tür olduğu konusundaki düşüncelerimi anlatmaya çalışıyorum. Şiiri, öyküyü, romanı bu günlerde tek bir tür olarak görüyorum. Sanki hepsi tümleşik bir yapının bileşenleri ve bizler o bütünden parçalar koparıyoruz. O tümleşik yapının özüne ne denli sadık kalıp; kendi özümüzü içine katmayı başardığımız oranda biraz daha yaklaşıyoruz ''sanat'' denen bilinmeze.  Belki kafamda yarattığım, çözmeye çalıştığım bu önerme ile sanatın yani o tümleşik yapının bende uyandırdıklarını anlatmaya çalışıyorum.

Sınıflamak eserin değerini azaltıyor sanki.  Altı sözcükten oluşan öyküyü tek dizelik bir şiir olarak da görmek mümkün. Ya da Sait Faik'in öykülerinden içimizde kalan şiir tadını fark etmeyen okur var mıdır acaba? Hepimizin uzun bir şiir gibi okuduğumuz romanlar olmuştur mutlaka ya da bizlerde yarattığı imgelemle günlerce aklımızda tekrarlayıp, yeniden ve yeniden öykülendirerek başlangıçlar ve sonlar yazdığımız şiirler vardır.
''Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
 Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;''

Orhan Veli'nin yukarıdaki dizelerini okuyunca aklınızdan çeşit çeşit öyküler yakıştırmıyor musunuz bu şiire? Galiba yapmamız gereken bazen içinde, bazen de dışında olduğumuz o tümleşik yapıyı duyumsayarak üretmeye çalışmak. Çünkü hepimiz büyük bir bütünün parçalarıyız. Ve hangi sanat olursa olsun edebiyat, resim, müzik, sinema size dokunuyorsa, kendinizden ve bütünden parçalar buluyorsanız türü, cinsi önemli değil doğru olan odur.

Şiirin içinizde uyandırdıklarını bir gün karşınıza çıkan bir tablo da yapabilir. Bir sokak sanatçısının yarattığı müzik o günkü şiiriniz olabilir. Ya da bir duvar resmi yapar bunu. Aklınızdan parça parça geçirdiğiniz romanlarınız vardır mutlaka bunu hayatınızdan çıkarmak mümkün müdür?

Hemingway'den söz etmişken; ''Çanlar kimin için çalıyor'' adlı romanının girişinde John Donne'den alıntıladığı muhteşem şiir '' Hiç kimse bir ada değildir; Bütün de değildir tek başına, Her insan kıtanın bir parçasıdır'' diye başlamıyor mu? Belki de Hemingway aklında taşıdığı ve ya içinde hissettiği o anlatma isteğini bu şiirle dışarı çıkardı. 

Sırf bu yüzden bile gördüğünüz, dokunduğunuz, duyumsadığınız, okuduğunuz, dinlediğiniz ne varsa hepsi bir bütünün parçaları olarak kabul edilebilir. Bedenlerimiz ve ruhlarımız da o bütünün parçası. Hayallerimizin ve ya isteklerimizin gerçekleşmesi bizi insan yapmaz. Ancak ve ancak o bütüne ait olduğumuzu fark edip o akışın içine bırakarak kendimizi varoluşumuzu artırabiliriz. 
Şiirsellik her şeyin özüdür diyorum kısacası. En saf halidir sanatın. Romana, öyküye dönebilir ve bunun tersi de mümkündür; şiirsel bir yapıyı içinde barındırmalıdır diğer yazın sanatları. Bütün sanatlar şiirsel bir bütünün parçalarıdır ve ne varsa ömrümüzde ondan ayrışarak var olmuştur.

Ve bizler şiirsel bir bütünü yaratırken ondan kopardığımız parçalarla kendimizi var etmeyi seçtik.

Belki anlatmaya çalıştıklarımı Anadolu'nun kadim bilgeleri tasavvufu yaratarak yüzlerce yıl öncesinden fısıldamıştır bizlere. Keşke daha çok anlayabilseydik.