Zaman ve mekân. Şimdi birer tatlı anılar yumağı olan, yoklukların, yoksullukların, acıların, özlemlerin, gözleyişlerin ve gözyaşlarının sarmaş dolaş olduğu yıllar... Doğup büyüdüğüm, çocuklukla gençlik dönemimin kavuştuğu ilçe Şarkışla.

Yarım asır geçti aradan. Birkaç yıl önce bir belgesel çekimi için gittim. Yabancı bir kentte gibiydim. Bir tanıdık yüz bulmak, çölde vaha bulmak gibiydi.

Ulucami'nin önünden geçip Haydarlı'ya doğru yol aldım. Demirciler sokağının başındaki evin önünde durdum. Belki beni görenler, kimin nesidir bu adam, sokak ortasında ne yapıyor, diye kuşkulandı.  Ama bunu düşünecek halde değildim. İçim kaynamış, coşmuştu. Dokunsanız ağlayacaktım.  İşte bu evin yerindeydi o zamanki evimiz.  Duvarları yüksek bir avlunun içinde toprak damlı bir ev. Avlunun bir yanında samanlık ve ahır. Avludan içeriye, kanatlı kapıdan girilirdi. Kilit takılan halkalara "zerze" derlerdi. Bu halkalar aynı zamanda kapı tokmağı işlevi görürdü. Onların sesini hatırlıyorum: Tak tak'la tık tık arası, biraz çıngırtılı bir ses.

Hani bir zaman tüneli olsa, elli beş yıl önceye gitmek için neler vermezdim? Şöyle avlunun bir kenarına gizlensem ve o günleri seyredebilseydim.

İşte kapı vuruluyor. Annemin sesi avluda:

"Kim o?"

"Beyhan, benim kuzum!"

Beyhan annemin adıydı. Elif nine komşumuzdu.  Kanatlı kapının sürgüsüne bir ip bağlı olurdu. İpi çekince kapı açılırdı. Annem de öyle yapmıştı:

"Buyur Elif nine."

Elif nine içeriye girdi. Duvarın dibindeki sedire oturdu:

"Oh, yoruldum.  Hele kuzum, Ahmet'i bi yol çağır da şu mektubu okusun." yaşlı kadın koynundan bir kâğıdı çıkarırken, annem:

"Gözün aydın. Gene mektubun gelmiş," dedi.

"Sağol kuzum."

Annem içeriye seslendi. İşte toprak damlı evden çıkan kara kuru çocuk bendim.  İlkokula henüz başlamıştım. Ama okuma yazmayı, okula gitmeden önce öğrenmiştim. Mahallenin gülü gibiydim. Kimin mektubu yazılacak, kimin okutulacak, kimine çarşıdan nakış ipliği alınacak, tığ, örgü şişi, çıtçıt, iğne, boncuk; kimine ne gerekiyorsa, beni koştururlardı. Bir koşuda gider gelir, leb demeden leblebiyi kapardım.  Bir kaç saat önce, babamın dayısı kızı Zehra ablamın Kayseri'deki nişanlısına mektubunu yazmıştım.  Zehra abla, mektubunun sonuna neler neler ekletmişti:

"Mektup yazdım okuna / Vara yare dokuna/ Yar Mevlayı seversen/ Gül yerine kokula.  Mektubunu tez yolla / Sinemi de ez yolla / Derdinden ölüyorum / Bir hayırlı söz yolla.."

Elif ninenin verdiği kağıda bakıyor sökmeye çalışıyordum.

"Gurban olduğumu, kara gözlerini yerim senin. Bırak gayrı kâğıdın yüzüne bakmayı da, Musto abinin mektubunu oku bi yol."

"Pek de kötü bir yazı bu nene.."

"Oku oku.."

Kekeleyerek zorlanarak okumaya başladım:

"Ey benim canımdan kıymetli anacığım. Evvela selam eder, kıymetli hatırını suval ederim. Sen de kıymetsiz oğlundan soracak olursan, Yaradan'ıma hamd olsun ki canım sağdır. Sizin de bu mimval üzre olmanızı Cenabım güzel Mevla'mdan niyaz ederim..."

Bir kaç saniye içinde,  elli beş yıl önceye gitmiş, avlunun bir köşesinden elli beş yıl öncesinin bir sahnesini yaşamıştım.  Hep aynı girişti. Hep aynı sözlerdi. Asker Musto'nun mektubunun sonunu şimdi de hatırlıyordum:

"Huzurunuzdan istemeyerek ayrılırken, üzerime farz alan Tanrı selâmını sunarım. Kestane kebap acele cevap... Haydi, mektubum uğurlar olsun. Geçtiğin köprüler, yollar uzun olsun. Şu mektubumu anama vermeyenin gözü kör olsun."

Yarınki yazımda çocukluk günlerinin anılarını anlatmayı sürdüreceğim.