Sanırım bundan beş ya da altı yıl kadar önceydi. Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Birkaç saat sonra güneş doğacak. Mecidiyeköy'den Şişli'ye doğru yürüyorum. Gündüzün o farkında olmaz kalabalığı kalmamış. Trafik ışıkları kendi kendine yanıp sönüyor. Meyhanelerden ve ya barlardan çıkan kalabalık çoktan dağılmış. Belki açık bir-iki pavyon kalmıştır ve oralarda mutsuz; neden mutsuz olduğunu bilmeyen ve asla aradığını bulamamış birileri vardır belki. Onlar da birazdan kalkacaklar. Çıktıkları kapının önünde gerçek dünya ile karşılaşacak ve nereye gideceklerini bilemeyecekler. Oysa hepsinin evi olduğunu, o evlerde bekleyenleri olduğunu biliyorum.

Böyle anlar romanları anımsatıyor bana. Okuduğum romanlardaki betimlemeleri belki de. Hep karıştırıyorum zaten hangi kitabın neresindeyim. Bu anlarda en çok kendimi okuduğum bir romandan; o sayfalardan açılan bir pencereden hayata bakarken görüyorum. İşte öyle anlardan birindeyim. Biraz tedirgin, biraz aceleci bir halde o kaldırımın üstünde Şişli'ye doğru nasıl yürüdüğüm anlatılıyor okuduğum romanda.

Ben kendimi bir romanın içinde yürürken görüyordum. Ta ki bana doğru yaklaşan adamın ''ah ulannn'' diye inlediğini duyana kadar. O noktadan sonra karıştı kurguyla gerçek. Ahh ulan diyordu karşımdan bana doğru yürüyen ama beni görmeyen adam.  ''Ahhh ulan sarı ikili''

İnsan bazen unutuyor tüm kuralları. Ünlem nereye konur, tırnak nerede açılır, hayatımıza kim, nasıl, neden bu kadar hızlı girer ve çıkar bu insanlar? 

En az beş gün olmuş traş olalı. 45-50 yaşlarında. Kırçıl sakallı. Bıyıkları biraz sararmış sigara içmekten. Hayatın yıprattığı insanların yaşını algılamak zordur biliyorum ama gene de deniyorum işte. Durduğum yerden seyrettim yanımdan geçişini. Otobüs durağını geçip kaldırıma oturdu. Ahhh ulan sarı ikili diye söylendiğini duyuyorum dikildiğim yerden.  

Sessizce bir kenara çekilip izledim. Elinde bir market poşeti var. Ceketi eski. Ayakkabıları yıpranmış ama sanki birkaç numara büyük gelmiş ayaklarına. Dizlerini sallıyor oturduğu yerde. Gecenin bu vaktinde, otobüs durağının kenarında tek başına, elindeki poşetiyle oturan adam... Uzaktan çekilmiş bir fotoğraf karesi gibi yerleşiyor içime. Yerleşmek ne demek; çelik bir çiviyle kazınıyor aklıma. Ahhh be yalnızlık; keşke bu kadar sessizce sokulmasaydın içimize.

Gittim yanına oturdum. Sigara uzattım. Aldı. Yaktım ikimizin de sigarasını. Bana bakmadı hiç. Ahh ulan dedi ahhh ulan sarı ikili. İnsan ne kadar şaşırırsa dilbilgisi kurallarını o kadar şaşırdım, kaldırımın kenarında, betonun üstünde, bu şehrin içinde. Aldırmadım. Aklımdan geçen öykülerden birini yakıştırdım.  Mutlu olmasa bile mutsuz olmayan bir son yakıştırdım yanımda oturan o adama. 

Gelmeyen sarı ikililer geçti gözlerimin önünden. Dedim ki kendi kendime '' bu ülkede gelmeyen ne çok sarı ikili var''. Aslında eksik hissedilen  bir şeylerin elde edilmesidir kahvelerde oynana oyunlar. Hayata karşı kazanılan yerlerdir oralar. Sürekli kaybeden insanların arada sırada kazandığı yerlerdi o masalar. Aslın da kazandığını hissettiği.

Yenildim işte sevgilim. Beni böyle de se. Yenildim eyy Tanrım beni böylede sev. 

Ben bu acıyı biliyorum. Ahhh ulan sarı ikili. 

Bunca yazdığım,  bunca aklımın içinde kendime söylediğim, bu yüzden duyamadığım her sözcük yayılsın rüzgarın fısıltılarıyla. Ben de vardım bu dünyada desin.  Gelmeyen sarı ikililere rağmen; ben de vardım bu dünyada.
Yanımda oturan, kırçıl, kirli sakallı adamın damarlarında akan sesi duymaya çalışıyorum. O sesin çoktan sustuğunun bilerek. Sadece asfaltın gürültüsü var aramızda. Ne o konuşacak ne de ben; ikimizde biliyoruz. 

Uzayıp gidecek sokaklar. Otobüsler gelmeyecek. Biraz daha çaresiz, biraz daha kimsesiz hissedeceğiz kendimizi. Biraz daha hatta daha çok kızacağız kendimize.

Ben bunları geçirdim aklımdan. Kırçıl sakallı adam sustu. Kalkarken eğildim kulağına dedim ki ''KOZ KUPA''

O otobüs hiç gelmedi.