Bilmem hiç düşündünüz mü, Bektaşiler daha çok ramazan aylarında hatırlanır. Birkaç kez yazdım. Nakl-i küfür, günah sayılmaz diye sözüm ona bir fetva vardır. Bizim gözü açık suniler Ramazan'da güya günaha girmemek için içlerinden gelenleri Bektaşilerin sırtına yüklemişler. Nasıl olsa onların "gık"ları çıkmaz. Onların "gık"ları çıkmaz ama, adam olana öyle "cuk" oturtmaları vardır ki, izan sahipleri anlayacaklarını anlarlar. 
Bugünkü yazımı birkaç Bektaşi fıkrası ve arkasından bir deyimin açıklamasıyla bitireceğim. Bakalım kim ne anlayacak?

Bir gün Bektaşiye sormuşlar:

- Baba erenler, niçin oruç tutmazsınız?
- Vallahi tutmak isterim ama halim mecalim yok.
- İftara çağırsalar gider misin?
- Aaa... doğrusu ne yapar eder giderim.
- Canım, bu nasıl olur? Allah' ın emrini dinlemiyorsun da kulların davetine icabet ediyorsun.
- Bunda şaşılacak ne var? Bilirsiniz ki Cenabı Hak merhametlilerin merhametlisidir. Bir eşref saatine gelirse kulların günahını derhal affedebilir. Fakat insanlar böyle midir ya? Onlar, en küçük bir sebepten güceniverirler. Bunun için davetlere derhal icabet etmek gerekir.
Bektaşi içiyordu. Kendisine:
- Sarhoş olmaktan korkmuyor musun, dediler. O:
- Hayır, benim sarhoşluğumdan kimseye bir zararım dokunmaz ki. Siz asıl içmeden sarhoş olanlardan çekinin.
- Kim onlar?
- Bunlar bir takım sonradan görmelerdir ki, ellerine dünya malı geçtiği için ne oldum delisi olurlar.
Sofulardan bir zevzek, Bektaşi ile güya alay etmek için ona her rastlayışında rüyalar uydurur söyler ve bu rüyaların konularını da , mutlaka Bektaşi babalarını küçültecek uydurma vakalara ayırırmış.
Bir sabah Bektaşi işine giderken bu zevzek herif yine kendisini karşılamış:
- Aman dostum, bu gece öyle bir rüya gördüm ki bayılacaksın.
Diye söze başlamış ve rüyasında, bir Bektaşi babasının kendisinin ağzına tükürdüğünü anlatmış.
Bektaşi, rüyayı büyük bir dikkatle dinlemiş.
- Hakikaten, rüya çok mühim... Her halde bizim baba senin suratına tükürecekmiş. Fakat bu tükürük, yanlışlıkla ağzına girmiş
Sultan Abdülmecid bir gün Boğaziçi'nde büyük bir bağın tam ortasındaki köşkünde oturan bir Bektaşi babasını ziyarete gitmis. 
Bektaşi, o gün komşu bağdaki bir arkadaşını ziyarete gitmiş. O dönünceye kadar padişah bağın her tarafını dolaşmış. Bektaşi dönünce karşılıklı konuşmaya başlamışlar: 
Abdülmecid: "Erenler, bağın maşallah çok büyük. Üzümünü ne yapıyorsun?'' 
Bektaşi: "Müritlerle ve canlarla birlikte yeriz Sultanım." 
Abdülmecid: "Buradaki üzüm yemekle biter mi? " 
Bektaşi: "Yemediğimizi de sıkıp fıçılara basar, suyunu içeriz!" 
Abdülmecid: "Peki ama, sıkılmış üzüm şarap olmaz mı?" 
Bektaşi: "Vallahi Sultanım, biz üzümü sıkıp fıçılara basariz. Allah ne isterse o olur. Üst tarafına karışmak haddimize mi?"
Bu fıkralardan sonra gelelim deyimimize. 

Genç erkekler şimdi kulaklarına küpe takıyorlar. Kendilerini kınayanlara da Yavuz Selim'in tarih kitaplarındaki kulağı küpeli resmini gösteriyorlar. 
Aslında o resim Yavuz Selim'in değil, Şah İsmail'in resmidir. Dikkatle bakılırsa kafasındaki 12 parçalı kızıl başlık görülebilir. Bu başlıktan dolayı Şah İsmail in yolundan olanlara o zamanlar ve de halen Kızılbaş dendiği söyleniyor. Efendim ben çizmeden yukarı çıkmayayım. Sözü "Kulağına küpe olmak" deyimine getireyim. 

Bektaşilik tarikatında, tarikata yeni girecek olanların kulağına nasihat edilir ve tarikatın ana düsturlarını unutmaması için pir'in ya da şeyhin kapısının eşiğinde kulağı delinerek, "Menkuş" denilen bir çeşit küpe takılırdı. Bugün, söylenenlerin önemli olduğunu ve söz söylenenin bu sözü hatırından çıkarmaması gerektiğini vurgulamak üzere kullandığımız "Kulağına küpe olsun" deyimi, Bektaşilikteki bu küpe takma geleneğinden doğmuş bir sözdür.