CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, geçen haftanın son günlerinde Merkez Yönetim Kurulu toplantısında ilginç sözler sarfetti. Önce, "Anketlere göre CHP ile İYİ Parti'nin toplam oy oranı yüzde 40'ı geçiyor" dedi, ardından da "Seçimden zaferle çıkacağız inancım tam" diyerek MYK üyelerine güven telkin etti. "Ekonomi felaket durumda, baskı ortamı var" diyerek, halkın tepkisine umut bağladığını, başka da bir umutu olmadığını deklare etti.

Çeyrek asırdan uzun süredir mesleğim gereği siyaseti takip ederim. Özellikle 12 Eylül darbesinin Türkiye'ye empoze ettiği "yozlaşma" ve "kirlenme" ortamı döneminde, hem siyasetin tepesini, hem de sokağın nabzını tutma şansına sahip oldum. "Kemalist, solcu, Cumhuriyetçi, sosyal demokrat" gibi sıfatlarla kendisini adlandıran kesimlerin kurduğu ayrı ayrı partiler arasındaki "incir çekirdeğini" doldurmayacak ayrılıkları şaşkınlıkla izledim. Mesela, DSP'nin yeniden sahneye çıkışıyla birlikte hatırlatılan 1994 seçimlerinde, adeta "sol" partiler kendi aralarında yarışmış. Sosyal Demokrat Halkçı Parti, Demokratik Sol Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi ayrı ayrı adaylarla seçime girmişler. Yarışı kazananı hepimiz biliyoruz: Recep Tayyip Erdoğan... Ve İstanbul'un birçok ilçesinde "sürpriz" yapan Refah Partisi.
Bu tablonun ortaya çıkmasındaki tek sebep elbette kendisini "sol" veya "demokratik sol" olarak tanımlayan partilerin ayrı ayrı aday çıkarmaları değildi.

Refah Partisi (RP), 60'lı yıllardan bu yana deneyip sonuç alamadığı siyaset tarzını değiştirmişti her şeyden önce. Milli Görüş camiası, siyasi başarıyı cami avlusunda, kendilerine ait kapalı mekanlarda ve seçimden seçime de meydanlara sürdüğü hatiplerinin hitabatlarında arıyordu. 

* * *

RP lideri Erbakan'ın etrafında yer alan ve "ak saçlılar" ekibi karşı çıksa da, hatta çok sert eleştiriler getirse de, İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan "Kahveye de, meyhaneye de girip oy isteyeceğiz" diyordu. Bunu 1993 ara seçimlerinde gerçekleştirmiş, sonucunu da görmüştü. Mütevazı şekilde yürütüyorlardı çalışmalarını. Halkın, gerek hükümette olan, gerekse yerelde iktidar olan partilerin mensuplarının "lüks ve şatafat" içerisindeki haline tepki, RP'ye oy olarak dönmüştü çoğu yerde. Bugünkü CHP'nin hâlâ "varoş" dediği yerlerde özellikle. 
O seçimin unutulmaz fotoğrafı, merhum Erbakan, İstanbul adayı Erdoğan ve partililerin kasasına doluştuğu bir külüstür kamyonetle yapılan seçim çalışmasıydı. Halk, o fotoğrafta ve sokakta karşılaştığı RP'lilerde adeta kendisini bulmuştu. Çünkü RP, halkın ahiretinden çok dünyasına dönük tespit ve reçetelerle ortaya çıkmaya başlamıştı. 40 yıl boyunca inanç ve iman derecesi ölçerek, gravat takan, ütülü pantolon giyen adamı yok sayarak bir yere varılamayacağını sonunda fark etmişlerdi. Daha doğrusu bunu fark eden ve "yenilik" diyen kadro, Erbakan'ın çevresini kuşatmış çekirdek kadroya karşı baş kaldırmış, dediğini yaparak sonucunu da göstermişti.

* * *

İşte o 40 yıl aynı şeyi deneyip, farklı sonuç almayı bekleme hastalığı bugünün CHP'sinde var. Kılıçdaroğlu, bir yandan "ittifak yüzde 40'ı aştı" diyerek seviniyor, diğer yandan da "zafer bizim olacak" diye kendisini avutuyor.

Bugünkü CHP, işte o yılların Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve Refah Partisi gibi, dar çerçevede ve kendi içinde siyaset yaparak başarıya ulaşmayı umuyor. Daha doğrusu daha farklı bir yöntem uygulamayı kendisine yediremiyor.
Örneklendirelim hemen.

Kılıçdaroğlu, geçen hafta içinde Ankara'da bir "çalıştay"a katıldı. "Sokak Ekonomisi ve Güvencesizler Çalıştayı" idi adı. CHP'nin "emek büroları"nın düzenlediği çalıştayda konuşan Kılıçdaroğlu, midye dolmacı, pilavcı, simitçi gibi sokaklarda "atıştırmalık" satarak geçimlerini sağlayan insanların durumuna değinmiş. Sonucu da "Türkiye bir sosyal devlet değildir" diyerek bağlamış.

Dün de, İstanbul İl Başkanlığı tarafından düzenlenen İstanbul Kent Anayasası Forumu vardı. İBB Başkan adayı İmamoğlu da katıldı foruma ve saatlerini harcadı orada. Bu tür "çalıştay", "forum" gibi şeyler, toplumda karşılık bulmasa da ülke sorunlarını tespit ve çözüm önerileri biriktirme açısından faydalıdır. Ama bunlar "seçim çalışması" olarak büyük zaman kaybıdır. 

* * *

CHP'nin İBB adayı ile ilçe adayları vatandaşın ayağına giderek derdini anlatmaya çalışıyor. Mesela Ekrem İmamoğlu, yola geç çıktığı için sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yollara düşüyor ve "Ne kadar çok insana dokunursam, o kadar çok tanınır, bilinirim" diyerek olağanüstü bir çaba sarfediyor. Peki ya CHP örgütleri? İl ve ilçe başkanları?

İstifa edip geri döndükten sonra, ilçe başkanlarının çoğu sırtını döndüğü için "topal ördek" durumuna düşen Canan Kaftancıoğlu'nun kitabında "vatandaşın ayağına gitmek" gibi birşey yazmıyor. O, vatandaşın çağrıldığı yere gelip, eylemlerine katılması gerektiğine inanıyor. Bir meydanda toplayıp, sloganlar eşliğinde basın bildirisi okumanın dışında bir "siyaset pratiği" yaşamadığı için farklı yöntemler gelmiyor aklına. CHP'de kök salan "küçük burjuva solculuğu" böyle bir hastalık işte. Tıpkı "sosyete Atatürkçülüğü, rozet Cumhuriyetçiliği" gibi.
Tüm bunlara rağmen, tercihleriyle son ve en büyük kumarını oynayan Kılıçdaroğlu ise umudunu sürdürüyor.