Algı yönetimi ile ülkeler yönetilebiliyor artık. Daha doğrusu ülkelerin öncelikleri, istikametleri hatta çok önemli kararları da "algılar" yönetilerek değiştirilebiliyor. Bunun için "küresel çete" medyaya önemli kaynaklar ayırıyor dünya genelinde. "Uluslararası saygınlığı" ile bilinen gazete, dergi ve televizyonların ülkeleri devletler ile yöneticilerin itibarıyla istediği gibi oynama gücüne sahip olabiliyor. Bunda, etrafına dar bir çember dizip kendisinin kuşatılmasına izin veren liderlerin de suçu var elbette. Kendi algılarını yöneten o dar çemberdekiler, gerçekleri fark edip söylemeye cesaret edemeyince yine "algı yönetimi" yapanlar kazanmış oluyor. 

Gerçek ne olursa olsun, gösterileni gerçek olarak dayatıyor insanlara. Bunun sayısız örneği var. O örneklerden bir tanesini verip, günümüze gelelim.

Saddam Hüseyin'in "kimyasal silah" ürettiği ve depoladığına çok az bir kesim "inanmıyorum" demişti. Demişti ama söylediğini sadece kendisi duymuştu. ABD, İngiltere, Fransa medyası yanında en üst düzeyde isimleri koro halinde "Saddam dünyayı yok edecek, kimyasal facia yaşatacak" diye korku salıyordu. Tüm dünyayı, belki de yarım asır sürecek bir savaşa hazırlayan "algı yönetimi" uzmanları, diğer yandan yürürlüğe koyacakları projeye cila üzerine cila atıyorlardı.

Büyük Ortadoğu Projesi ya da Genişletilmiş Kuzey Afrika Projesi, bu topraklara demokrasi getirecek, insanların çağdaşlaşmasını sağlayacak, gelir adaletsizliğini düzeltecek ve dünyaya entegre olmuş çağdaş bir toplum olmalarını sağlayacaktı. O kadar güzel anlatılıyordu ki, bu projenin iştirakçisi olmak yetmiyor, "eşbaşkanı" unvanını taşımak büyük onur kabul ediliyordu.

* * *

Irak dışında olaylar böyle gelişirken, Bağdat'ta, Saddam cephesinde neler oluyordu peki? Saddam'ın sırtını yasladığı generalleri "Amerika'ya bu toprakları mezar ederiz" gazı veriyordu sürekli. Saddam'ın oğulları sefa sürüyor, servet içerisinde yüzüyor, halkın sefaletine tam zıt bir hayat sürmeye devam ediyordu ABD ile savaş çanları çalarken. Saddam'ın yakın çevresinin debdebeli, şatafatlı ve bol paralı yaşamı, yoksul Iraklıların tepkisini çekiyor ama kimse sesini çıkaramıyordu. Saddam'ın saraylarından "altın yaldızlı" kurnaların, yaldır yaldır parlayan avizelerin fotoğrafları paylaşılırken, Bağdat'ın varoşlarında, Süleymaniye'de, Telafer'de içerisinde birşey olmadığı için buzdolabının fişini çeken evler vardı. Aslında çekilen, buzdolabının fişi değil, Saddam'ın fişiydi. Bunu fark etmedi, ettirmediler daha doğrusu. ABD ile çoktan anlaşmış olan generaller, harekât başladığında Saddam'ı ilk terk edecek olanlar arasındaydı. Hâlâ nerede olduğu bilinmeyen, Irak'ın yağmalanmasından payına düşenle sefasını süren adamları var Saddam'ın.

Sadece Saddam mı hazırladı kendi sonunu bu şekilde? Tarihte başka örnekleri de var. Mesela Hitler... Sovyet orduları Berlin'i almak üzereyken, Hitler karargahtaki generallerine "Şu birlikleri şuraya getirin, buradakileri de şöyle konumlandırın" falan diye talimatlar yağdırıyordu. Yanında olup, gerçeği bilenlerden hiç birisi de "Sizin harita üzerinde işaretlenmiş halde gördüğünüz birlikler orada yok. Çoktan bozguna uğradılar" demeye cesaret edemiyordu. Çünkü, Hitler'e "hayır" demeyi bırakın, "acaba" demek bile "hain" olmaya yetiyordu...
Hitler, durumu kavradığında yer altındaki sığınağından Sovyet toplarının seslerini duyuyordu ama iş işten geçmişti. 
Bunlar burada dursun...

* * *

Gelelim, ABD ile varılan Menbiç mutabakatına ve Kandil harekâtına. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile ABD'li mevkidaşı Pompeo arasında yapılan görüşmeden sonra yapılan açıklamalara göre, Menbiç 6 aylık bir süre içerisinde PKK uzantısı örgütten arındırılacak. Çok uzun bir süre 6 ay. Çavuşoğlu, Pompeo'nun verdiği sözü "garanti" görmediğini belli eden anlamlı sözler de sarf etti haklı olarak. Onlarca söz verip tutmamış ABD'ye güvensizliği daha net göstermemesi, diplomatik nezaketten olsa gerek.

O görüşmede, Kandil'in de gündeme geleceğini tahmin ediyordum ve bugünkü gündeme bakınca yanılmadığım ortaya çıkıyor. PKK'nın sözde şefleri kış öncesinde terk etmiş olsa da, kampta sadece "ABD'nin kucağında Kürtçülük" yapılmasını sorgulayan teröristler kalsa da, Kandil'e yapılacak bir harekât elzemdir. Bir dönem önemli pazarlıkların yapıldığı, birçok ülkeden "resmi yetkili" isimlerin gidip geldiği Kandil önemli bir simgedir. Kandil'de Türk bayrağının dalgalanması, yarım asra yakındır terörden muzdarip olan halka büyük moral olacaktır. ABD, yeni karargah Şengal'i zırhlı birliklerle kuşatarak "Buraya dokunmayın" sinyalini çoktan verdi bile. Ama Kandil'e girilmesi onların da işine geliyor.

Ne PKK eskisi gibi kalacak, ne bölgedeki diğer aktörler...

Şöyle bir örnekle toparlamaya çalışalım:

Küresel çete, Afganistan'daki bugünkü varlığını El Kaide'ye, Ortadoğu'daki varlığını da DEAŞ ve diğer Selefi-Vahhabi örgütlere borçlu. Bu örgütleri iç savaştan çok önce, ABD, İngiltere ve Fransa istihbaratları kurmuştu zaten. 

Şimdi, bu örgütlerle savaşma bahanesiyle bölgedeki diğer bir silahlı terör örgütünü, yani PKK'yı "yeniden formatlıyor" küresel çete. Apo'yu paketleyip Türkiye'ye teslim ederken başlamış bir formatlanmadan söz ediyoruz. 

Mehmetçik'in Kandil'in en tepe noktasına çıkıp bayrağımızı dikmesi, hepimizin moralini düzeltecek elbette ve buna ihtiyacımız var. Ama sadece moral motivasyon olacak. Örgütü de, terörü de bitirmeyecek... 

Unutmayalım ki, ne Kandil eski Kandil, ne PKK eski PKK.