1661 yılında Anadolu'nun dört bir yanını gezen Fransız seyyahı Tvernier, Seyahatnamesinde, "Erzurum, yaylalarıyla meşhur bir kent. Dağlar yemyeşil ve her tarafta koyunlar otlatılıyor. Yaylalarda uçsuz bucaksız otlaklar var." derken, yaylalarda otlatılan hayvanlardan elde edilen sütün, yağ, peynir, lor, yoğurt ve keş gibi gıda ürünlerine çevrildiğine de yer veriliyor.

Erzurum'un yüksek yaylalarının, besinlerin muhafaza edilmesi için buzluk görevi yaptığına dikkat çekilen Seyahatnamede, Palandöken'in, yaylacılık bakımından en önde gelen bölgelerden birisi olduğu dile getiriliyor.

Akkoyunlular döneminde yaylacılığın yeni esaslara bağlandığına, tarihi arşivlerde de yer verilirken, kanunnameyle, yaylacıların ve göçerlerin uymak zorunda oldukları şartların gündeme getirildiği kaydediliyor. Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Trabzon çizgisinin, tarihi kayıtlarda hayvancılık bölgesi olarak geçtiğini anlatılıyor. Yaşama kültürümüz içinde yayla yaşantısının önemli bir yeri var. Eskiden yaylacılar, doğaya duydukları saygı gereği yayalarına kalıcı yapı yapmazlardı. Ne yazık ki yaylalarımız şimdi betonlaşıyor.

Günümüzde motorlu araçlarla ulaşıma elverişli yayla yolları günübirlik yayla gidiş-gelişine olanak sağlıyor, yayla evleri kalıcı konut halini almakta.  Çoğu yaylada elektrik ve su imkânı yaylalarda yöre halkının kentsel imkânlara kavuşmasını sağladı. Yayla turizmi yapılıyor.  Bu güzel. Çirkin olan hayvancılığın ve yayla geleneğinin öldürülmesi ve buraların beton yığını yerleşim merkezi yapılması.

Evet yaylalar tarımsal üretim merkezleri olmaktan hızla uzaklaşıyor. Yoğurt için sütün çok azı yaylalardan geliyor.  Karamsar tablo çizmeyi bir yana bırakalım.

Beton yığınlarının henüz ulaşmadığı yaylalarımız, doğanın kirlenmemiş havasını; billur gibi soğuk sularını; yazın en sıcak günlerde bile ferahlatıcı serinliğini sunarlardı. Büyüleyici güzellikte manzaraları; hormonsuz ve dalında yavaş yavaş olgunlaşan bitkileri; doğal ortamlarında yetişen hayvanlardan elde edilen ve yapılan gıdaları yaylalarımız üretirdi. Habitatı bozulmamış bir çevrede yaşayan bin bir çeşit yabani hayvan ve bitki yaylalarımıza vücut verirdi. 

Geride bıraktığımız yüzyıllarda sahiller, tifo, kolera, sıtma gibi türlü hastalıkları barındırdığı için "ölet" yani ölüm yeri olarak bilinirdi.  Yayalara ise manzarası, suyu, insanlara kuvvet verişi ile kutlu ve mutlu yerlerdi.  Uzun yaşamın sırrı yaylalardaydı. Anadolu'da ilk güzellik yarışması Toros yaylalarında yapılırdı. Göç zamanı, obanın yaşlıları o yıl katar başı olacak yaylagüzelini seçerlerdi. Seçimde genç kızın güzelliği kadar tutumu, davranışı, görgüsü, bilgisi de değerlendirilirdi. Yayla güzelinin gözü, kaşı, saçı elâ veya siyah; teni, dişi, tırnağı ak; yanağı, dudağı, dili kırmızı; burnu, ağzı, ayağı küçük; beli, sesi, şekli ince olmalıydı. 

Sivas'ın en büyük yaylası Uzunyayla'dır. Gemerek-Şarkışla sınırından başlar, Kangal ilçesinin büyük bir kesimini de içine aldıktan sonra Gürün yöresinde Malatya sınırına dek uzanır. Doğu Anadolu'nun yüksek bölgelerine özgün; yazları daha serin, kışları çok soğuk geçen yayla iklimi egemen olmaya başlar. Yüzyıllarca süren kesimler ve bilinçsiz kullanım sonucunda, buralardaki meşe ve ardıç ormanları yok olmuş, yayla hemen hemen tümüyle çıplaklaşmış. Ama aşkları, sevdaları yaşamaya devam ediyor. Bu yörenin halk ozanlarından Talibi Coşkun'un bir türküsünden bir dörtlükle yazıma son vereyim.

 "Nasip olsa gine gitsem yaylaya

Doya doya baksam suna boyluya

Senin için yalvarayım Mevla'ya

Belki seni bana yazar yaradan"