Muzaffer Buyrukçu sessizce ayrıldı aramızdan. Yunus’un dediği gibi garibin ölümü dört gün sonra, kokudan komşularının dayanamaması üzerine fark edildi.

Muzaffer Buyrukçu’nun ölümü bir yazarın dediği gibi “dostluğun ölümü”ydü.  Ölümü, yaşamı ve yazdıkları gibi pek fazla ilgilendirmedi, dersek yalan olur.

Muzaffer Buyrukçu’nun son günlerde yaşadıkları, ölümü ve sonrası hepimizin yüzüne uyanalım diye bir tokat patlattı. Önce Muzaffer Buyrukçu kimdir, sorusunu yanıtlayalım:

 Muzaffer Buyrukçu, 1 Şubat 1928’de Niğde Fertek’te doğdu. Bir yaşındayken, ailesi Yalova'ya yerleşti. Yalova'nın Koruköy İlkokulu'nda, İstanbul'da Yenikapı Ortaokulu'nda, bir süre Pertevniyal Lisesi'nde okudu. Aşçılık, Sütçü Yamaklığı, Kunduracı Çıraklığı, Gazetecilik, inşaat İşçiliği, Frezecilik, Pedalcılık, Kalorifercilik, Katiplik ve İstanbul Toprak Mahsulleri Ofisi'nde memurluk yaptı Sanat hayatına, 1945'te kapıcı olarak çalıştığı Son Telgraf'ta yayımlanan öyküleriyle başlayan Muzaffer Buyrukçu Korkunun Parmakları (1958 Dost Dergisi Birincisi), Kuyularda (Otağ Dergisi 1962 birincisi) Bulanık Resimler'le 1962 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü, Kavga ile de 1968 Sait Faik Armağanı'nı kazandı. Yüzün Yarısı Gece ile de Haldun Taner Öykü Ödülü ve Yunus Nadi Öykü Armağanı de aldı. Edebiyat dergilerine geçişi ise 1953 başlarında oldu. Konularını İstanbul'un kenar mahallelerinde yaşayan dar gelirli ailelerin dertli, çekişmeli hayatlarından alan Buyrukçu, yedi hikâye kitabı çıkardı.

Son zamanlarında akciğer yetmezliği çeken Buyrukçu, 26 Ağustos 2006 günü İstanbul Gaziosmanpaşa'daki evinde ölü bulundu. Ölümü 5 gün sonra anlaşıldı. Buyrukçu’nun öldüğü, yalnız yaşadığı Gaziosmanpaşa Bağlarbaşı Mahallesi Menekşe Sokak 16 numaralı evden gelen kokular nedeniyle komşularının polisi araması üzerine ortaya çıktı.

Buyrukçu, uzun zamandır akciğer yetmezliği çekiyordu. Bu nedenle 2006 yılının şubat ayında rahatsızlanmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Yakınlarının ifadesine göre iki üniversite hastanesi Buyrukçu’yu acil servise almayıp para istemişti, bir hastanede de kalbi durmuş, sonra çalıştırmışlardı. Sonuçta Buyrukçu, Özel İsviçre Hastanesi tarafından tedavi edilmişti.

Ölümünden sonra bir gerçek daha anlaşıldı. Muzaffer Buyrukçu`nun tekerlekli sandalye talebi yasa uygun değil` diyerek reddedilmişti. Kültür ve Turizm Bakanlığı Buyrukçu`nun tekerlekli sandalye ve tedavisi için maddi yardım talebine `yönetmeliğimiz sinema sanatçıları dışındaki kişileri kapsamamakta` denilerek olumsuz yanıt vermişti.

Muzaffer Buyrukçu’nun ölümünden sonra gerekli dersi alması gerekenler, onun dramını hemen unutuvermiş, bambaşka bir tartışmayı başlatmışlardı. Komünistler cenaze namazı kılar mı kılmaz mı?

Muzaffer Buyrukçu İşçi Partısı’nin üyesiydi. Cenazesinde namaz kılınması ile başlayan tartışmalara Doğu Perinçek`in arşivinden çıkan 1968 tarihli bir fotoğraf yeni bir boyut kattı. Perinçek, “Ben değişmedim. 40 yıldır Hz. Muhammed`in devrimci olduğunu savunuyor ve namaz kılıyorum” demişti. Perinçek`in ortaya çıkardığı 12 Ağustos fotoğrafta Atatürk`ün öz teyzesinin oğlu olan ve TKP genel sekreterliği yapan Reşat Fuat Baraner`in cenazesinde Perinçek ile beraber Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli de saf tutarken görülüyordu. Mihri Belli, “Samimi Müslüman`ın dindarlığına saygı duymak lazım. Cenaze namazına katılmak başka, namaz kılmak başka. Biz biraz eksik yapıyorduk ama yine de katılıyorduk” diye konuştu. Belli, geçmişte benzer tartışmaların hiç olmadığını ifade etti.

Ölümünden sonra Selim İleri, şu değerlendirmeyi yaptı: “Muzaffer Buyrukçu okumuş yazmışların, aydın, ilerici geçinenlerin küçümsediği, toplumun geleceği için hiçbir şey ummadığı lümpeni yürek yakıcı ruh çözümlemeleriyle getirdi. Muzaffer Buyrukçu’nun bildik tanış kahramanları, bir takım acı, çok düşündürücü öykülerde, yoldan çıkmış, ülkülerini yitirmiş kişiler olarak bizi yakıyorlardı.”