Anadolu’da konuğa mihman denir. Urfa’nın Kısas beldesinden Âşık Sefayi hanesine gelen mihmanını şöyle karşılıyor:

Gine mihman gördüm gönlüm şad oldu

Mihman canlar bize sefa geldiniz

Gitti kış ayları bahar yaz oldu

Mihman canlar bize sefa geldiniz

Gitti yoldaşlarım kaldım yalınız

Bahçede açılır gonca gülümüz

Bal muhabbetiniz tatlı diliniz

Mihman canlar bize sefa geldiniz

Tuttuğumuz bir gerçeğin elidir

Gittiğimiz erenlerin yoludur

Ser çeşmemiz hacı bektaş velidir

Mihman canlar bize sefa geldiniz

İşin tasavvufi yönünü bir yana bırakalım, gerçekte, Anadolu insanına mihman gelince gönüller baharda açılan gonca güle döner. Mihmanla söyleşi tatlı, bal gibidir. Ya mihman sevgiliyse… Âşık Kul Yusuf, başkalarına sevgilinin mihman geldiğini ve gönülleri şad ettiğini, kendisine ise ayrılık düştüğünü söylüyor. Aşağıya aldığım bu güzel türküyü, Muzaffer Sarısözen, Kangal’da Âşık İlyas Güldibi’den derlemiş. Daha sonraları Ahmet Yamacı da bir küple noksanıyla Erzincan’da Hıdır Ersoy’dan derlemiş. Her ikisi de TRT repertuarında var:

Şu benim divane gönlüm

Gine hubdan hub'a düştü

Mah cemalin şulesinden

Çalkalandı ab'e düştü

Kiminin mesken külhan

Kimi derviş kimi sultan

Kimi yâre olur mihman

Fakir yârden cüda düştü

İntizarım bak kelama

Yârimden gelen selama

Rüzigar doldu aleme

Bana bad'ı saba düştü

Felek birgün cana kıyar

Bizi kabdan kaba koyar

Kimi atlas libas giyer

Yârdan bize aba düştü

Kul Yusuf’um derki kemler

Gözümden akıttım demler

Benim çektiğim sitemler

Yârdan bana caba düştü

Yüzyıllar ötesinden günümüze gelelim. Kent yaşamının zorlukları, gönüllerin arzu etmesine karşın konukseverlik geleneğimizin zayıflamasına yol açtığı bir gerçek… Ancak Anadolu’muzun en uzak bir köşesine yolunuz düşerse, oralarda bazı şeylerin para etmediğini göreceksiniz.

Anadolu insanı, konuğuna yemez yedirir. Kendisinin aç olduğunu size sezdirmez. Giymez giydirir, uyumaz uyutur. Bir sıcak çay, bir tas soğuk ayran, bir dürüm yufka ikram etmekten mutlu olur.

Televizyonun, dizilerin insanları tutsak almadığı yılarda misafirlik ve komşuluk daha iç içeydi. Konuklara açılan odalar, uzun kış gecelerinde her çeşit ihtiyacı karşılamış, kültür hizmeti görmüştü. Gelen konuklardan, başka yerlerin haberleri alınırken, buraların haberleri de başka yerlere ulaşmıştı.

Köy odaları, âşıksız da kalmazdı. Köy odalarındaki âşıklık geleneği ile ilgili bilgileri, ileride halk hikâyeleri geleneğini anlatacağımız seminerde anlatacağız.

Köye âşıkların gelmediği günlerde, köy odalarında kitap okunurdu. Elbette öncelikle cönkler elden bırakılmazdı. Bunun dışında Siyer-i Nebiler, Ahmediye, Muhammediye, Saadete Girenlerin Bahçesi gibi manzum hikâyeler, Battal Gazi, Köroğlu gibi destanlar, Kırk Vezir, Kırk Haramiler gibi masallar, Hz. Ali’nin cenkleri gibi gazevâtnâmeler raftan indirilerek okunur, ertesi gün devam edilmek üzere tekrar rafa kaldırılırdı.

Köye eğer bir âşık gelmişse, oda hınca hınç dolardı. Yolda, yaşta büyüklük sırasına göre oturulurdu ama, âşığın yeri odanın ortası, genellikle orta direğin dibi olurdu.

Yüzyıllar ötesinden günümüze türkülerimiz nasıl canlı kalabilmiş sorusunun yanıtı köy odalarıdır. Yüzyıllar ötesinde yaşamış halk ozanlarının ustalarının eserlerinin hala canlı kalmasının da yanıtı köy odalarıydı.

Ölü aşından, düğün yemeğine, herfeneden sıra yemeğine, cem yemeklerinden suç yemeklerine kadar toplum hayatımızda önemi olan yemeklerin vücut bulduğu yerler de bu odalar olmuştur.

Atalar, insanlar yaklaşa yaklaşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır, demişler. İnsanların konuşa konuşsa anlaşacağının kanıtı konuk odalarıydı.