Yenibosna Kalender Sokak'ta 3 katlı bir gazete binası. Gazetenin sermayesi, hayırsever bazı işadamlarının bağışları, zekat, fitre, sadaka ve kadınların gözyaşlarına dayanamayarak feda ettiği ziynet eşyaları. Patronu olmadığı için Bozyaka'dan gelen talimatla gazetenin başına getirilen kişi, patron yetkisine sahip oluyor. 1990'ın başları olsa gerek. Yıllar sonra, Papa'yla yapılacak ittifak diyalogunda da yer alacak A Takımı'nda bulunan bir isim, gazetenin başına "tek yetkili" olarak geldi. Şimdi "tutuklu milletvekili" olan şahsın ilk işi, bir şekilde TSK'dan atılmış isimleri gazetenin değişik birimlerine yerleştirmek oldu. Mesela adam TSK'dan "hırsızlıktan" atılmış ama "namaz kıldığım için iftira attılar" diye inandırmış, iyi el öpücü olduğu için de kendisini kabul ettirmiş. Boyun büküp el öpmeye yeltenince, hele bir de "şeh uçuran" olunca kapılar kolaylıkla açılmış.

Şimdi "tutuklu bir milletvekili" olarak mahkemede hesap vermeye çalışan şahsın, basın-yayın veya iletişim fakültesi mezunlarını bir bir uzaklaştırıp, yerine "tuhaf" tipler monte etmeye başladığı dönemde, bir tip daha belirdi gazetede.

Kısık gözlerle sağa sola bakan, pek fazla konuşmayan, yeni gelen adamın yazıişlerine koyduğu kameranın göremediği bölümleri gözetlemeyi ve dinlemeyi kendisine görev edinmiş bir adam. Ara sıra "kalpak" takıyor, tuhaf Türkçesi ile gazetenin işleyişini öğrenmeye çalışıyor falan...

* * *

Gün geldi, gazetede bir yazı dizisi başladı. Sözde, Osmanlı'nın son dönemlerini, cumhuriyetin ilk yıllarını, İttihat ve Terakki'yi, Mustafa Kemal'li dönemleri anlatıyor yazı dizisi. Bugün bürokraside çok önemli bir noktada bulunan akademisyenin gazeteden uzaklaştırılmasının ardından doğan boşluğu gidermek için hazırlanmış yazı dizisi. Hazırlayan Mehmed Kafkas...

Mustafa Kemal Atatürk'ün nesebini tartışmaya açan, sürekli taktığı fes yüzünden beynine oksijen gitmediği için "cezai ehliyeti yoktur" raporu alacak kadar kafayı sıyırmış, hatta ilerleyen zamanlarda alkol yanığı sesi, tütünün tıkadığı nefesiyle "Keşke Yunan galip gelseydi" diye höyküren adamın hezeyanlarının bir bölümüne de yer veriliyor yazı dizisinde. Benim gibiler şaşkın. Çünkü, bize "İlahlarına sövüp, ilahlarınıza sövdürmeyiniz" diye öğrettiler. Hatta Kur'an-ı Kerim'de zina suçlaması için mutlaka 4 imanlı şahitin şart koşulduğunu, bu yüzden şartlar yerine gelmeden itham etmenin affedilmez günah olduğu anlatıldı. Su'i zan (kötü zan) etmenin, inanan insanın öbür dünyada büyük vebal altında olacağı da öğretildi. Kur'an-ı Kerim'de dayanaklarını gördük ve biz de iman ettik...

Ama Mehmed Kafkas, sanki o yılları yaşamış gibi insanların nesebini, iffetini, nasunu, haysiyetini hedef alıyor, utanmasa "Satıcılığını ben yaptım" diyecek kadar kesin ifadeler kullanıyor.

Tepkiler doğdu, savcılık işe el koydu. Menderes döneminde çıkarılan Atatürk'ün manevi şahsiyetini korumaya dair kanun çerçevesinde dava açıldı. Mehmed Kafkas adı "müstear" yani takma isim olduğu için gazete yargılanıyor, ama yazıyı kaleme alan mahkemeye çıkamıyordu. Mahkeme, "Mehmed Kafkas'ın gerçek kimliğinin bildirilmesi" kararını tebliğ ettiğinde önce bir telaş yaşandı, ardından çare bulundu.

* * *

Gazetenin 3. katındaki yatakhanede yatıp kalkan, o grubun desteğiyle üniversiteye girmeye çalışan kara kuru bir gariban Anadolu çocuğu vardı. Adı Yılmaz Polat... Şimdi Washington'da gazetecilik yapan Yılmaz Polat'la karıştırılmasın sakın. Bu genç adam, önce kapıları yeni aralanan Orta Asya'ya gönderildi apar topar, ardından mahkemeye de "Mehmed Kafkas müstear (takma) adıyla yazan Yılmaz Polat'tır ve şu anda görevli olarak Afganistan'dadır" diye bir yazı yazıldı. Gazete yargılandı, hüküm giydi. Mehmed Kafkas veya Yılmaz Polat hakkında da hapis cezası verildi. Yılmaz Polat hiç Türkiye'ye dönmedi.

O kısık gözlerle insanlara bakan, koğuculuk yaparak gazetenin bir numarasına yaranan adam da bir süre sonra ortadan kayboldu. Sonradan öğrendik, dilinden düşürmediği İslâm diyarlarına değil, Avrupa'ya atmış kapağı. Tıpkı daha öncekiler gibi, daha sonrakilerin yapacağı gibi... Anadolu'yu işgal yıllarında İngiliz, Fransız, İtalyan veya Yunan askerlerinin iğrençlikleriyle döktükleri tohumlar dedelerini özlemiş olacak ki, ilk fırsatta o diyarlara koşturmuştu hepsi.

Mehmed Kafkas aslında, Truman Doktrini ile başlayan sürecin vücud bulmuş haliydi. Bir tane değil, bir gruptu. Truman Doktrini sayesinde kurulan "beyin laboratuvarlarında" şekillendirilmiş, İngiliz Muhhibleri Cemiyeti'nin, "Yunan Orduları hilafet ordularıdır" fetvası verenlerin zırvaları "öğreti" olarak beyinlerine nakşedilmiş onlarcadan bir tanesiydi.

Çanakkale'de, Kut'ül Amare'de, Kurtuluş Savaşı'nda tarihinin en ağır yenilgilerini almış İngilizlerin kılık değiştirmiş lejyonerleriydi. O hezimetleri yaşatan komutan ve askerlerinden intikam almanın en kolay yolu, bu tür küfürbazları desteklemek, cilalamak ve meydanlara sürmekti...

Bu kımıl zararlıları, Nene Hatun'ların, Kara Fatma'ların cepheye mermi taşıdığı dönemde, işgal kuvvetlerine yoğurt, süt, yumurta taşıyan, döşek açanların torunlarıdır. Lawrence'nin günümüzdeki kuklalarıdır.

Tepkinizi gösteriniz, suç duyurusunda bulununuz ama gündemi örtüp, gerçekleri perdelemelerine izin vermeyiniz. Tükürüp geçiniz... "Yarabbi şükür yağmur yağıyor" derler, zoru görünce de Avrupa'nın yolunu tutarlar...