Ramazan ayının en güzel saati kuşkusuz ku iftar zamanı. İftar deyip geçmeyin; o iftar sofralarında neler olmazdı ki? Yalnız iftariyelerle doyulur, yemekler artınca da aynı hüküm verilirdi:

"Mübarek, bereket ayı vesselam."

İftariyeden sonra çorba, et, sebze, börek, sütlaç veya muhallebi. İki tatlının arasını ayırmak için pilav derken, baklava yahut bir hamur tatlısı yahut da kaymaklı güllaç. Bu liste her konakta, konak yavrusu evlerdeki liste. Öylesine iftarlar olurdu ki yemeklerin ardı arkası kesilmezdi. İnsan Hoca'nın dediği gibi "Yarabbi" derdi "Ya midemi geniştir, ya  nailimi yetiştir."
On bir ayın bir sultanı, on bir aylık yiyeceği, tatlısıyla tuzlusuyla etlisiyle, sütlüsüyle çeşit çeşit, bir araya getirir de sunardı insanlara.

İftar sinileri denilince, Hisar şairlerinden Gültekin Sâmanoğlu'nun dizelerini hatırlarım:

"Sen ilk iftar meyvesi ramazan sinisinde,
Sen kadın üstü kadın, gönül kavsimde saklım... "

İftarlar, iftar sonu kahveleri derken teravih, teravihten sonra zevkine doyum olmayan ramazan geceleri... Kimi karagözü, kuklası, orta oyunu, meddahı ile Direklerarası'na, kimi mahyaları seyretmeye. İki minare arasındaki mahyalara ilk günler "Merhaba" ve "Hoş geldin" diye yazılırken, yarısından sonra lâle, gül, karanfil motifleri, sonra minareye giydirilen kandil kaftanlarla "Güle gele" yazısı yer alırdı. 

Demiştik ki, teravihten sonra kimi Direklerarası'na kimi de mahyaları seyretmeye giderdi. Karagöz, ortaoyunu, meddah ve kukla gösterilerinden de söz etmek gerekir. Abdülbaki Gölpınarlı "Ramazan Geldi Hoş Geldi'de (İst. 1962)"  Direklararası'na katılan gönül avcılarından söz ediyor ve diyor ki: "Gönül avcılarıysa Direklerarası'ndaki seyrana katılırlar, teravihten çıkan dilberlere, mevsimine göre lale, gül, mevsimine göre şeker atarlar, lavanta sıkarlar, göz süzerler, iç çekerler, harf atarak gönül eğlerlerdi. Bu arada, içlerinde Zenci bacıdan şemsiye yiyenler de olurdu." 

Rahmetli Gölpınarlı'dan aktaralım:

"Bir Bektaşî iftara gitmiş. Ev sahibi, erenlerin sohbetinden pek hoşlanmış. Sahuru da edelim sultanım demiş. Zaten dem vakti geçtiği için Bektaşi, eyvallah demiş. Yemişler, içmişler, bu vakit gidilir mi, sabah gidersin demiş ev sahibi. Yatmışlar. Gece uykusu zaten hak vere, tabiî ertesi gün öğleüstü uyanmışlar. Efendinin huzuruna girip diş kirasını alarak yola revan olmak isteyen Bektaşi'ye ev sahibi. Erenler demiş, zaten gün yarılandı, bu akşam da mihman ol. Bektaşî, çaresiz razı olmuş. Öğleden sonra beraber çıkmışlar. Bu cami senin, o cami benim; akşamı etmişler. Akşam, yemek biter bitmez Bektaşî, kahveyi bile içmeden Sultanım demiş, fakire destur. Efendi ısrar etmişse de imkânı yok. Erenler mangırı alıp dışarıya fırlamış. Ondan ötesi ehline malum. Ramazandan sonra bir mecliste hocanın biri, ah ah diye hayıflanmış; nasılsa demiş, bu mübarek ramazanın bir gününü kaçırdım. Bektaşi hemen atılmış, demiş ki: 

- Hayıflanma hocam, zayi olmadı. Senin o kaçırdığın günü nasılsa ben tuttum." 

Eskiden Ramazanın on beşine kadar yokuş, on beşinden sonra iniş, derlerdi.  İftar vermeler, iftara gidişler, bu gece ne yapalım, sahura ne hazırlayalım gibi kaygılar, yirmi bir, yirmi yedi. Derken hatim. 

Bu arada Eyüp Sultanda iftar, herhangi bir dergaha gidiş, yahut Hırka-i Saadet ziyareti. Nihayet arife gelir çatardı. Mahyacı, o gece ya "El-firak" yazardı, ya "El-veda" yahut da bir top arabası resmi yapardı, namludan çıkmış mermiyi de kırmızı kandille gösterirdi, ay da biterdi.