Hiç gereği yokken, toplumsal hiç bir sorunu çözmeyecekken bazı yasaklar veya söylemlerle ülkeyi geren tipleri anlatıp, "Bunlar kritpo FETÖ'cülerdir" demiştik. Bu tiplerin, Atatürkçü, milliyetçi kesimleri nasıl tahrik ettiğinden söz etmiştik.

Peki, sadece işin bu yönü mü var? Bugün "İslâm" örtüsü altına gizlenen birçok fitne, fesat ve fücüratın tamamından kendisini "Müslüman" olarak tanımlayanlar mı sorumlu? Din adına yapılanların inandığı dinle alâkası olmadığını bildiği halde ses çıkarmayan "dilsiz şeytanlar"ı kastetmiyoruz tabii.

Birkaç yıllık değil, birkaç asırdır orta yerde duran bir sorun aslında bu...

Osmanlı döneminde de, din adına yapılan ama dinin temelden reddettiği şeyler toplumsal hayatın sorunları arasında yer alıyordu. İşin tarihsel köklerini ortaya sermek çok uzun süreceği için, isterseniz bizi bugünlere getiren ve halen devam eden bazı hastalıkları anlatmakla yetinelim.

Toplumsal birlik, bütünlük ve uzlaşmayı "dinamitleyen"lerin arasında "sözde Atatürkçü" ve "sahte demokratlar" da yer alıyor.

Ülkenin ve toplumun aleyhine gelişmiş, gelişen her olayı FETÖ'ye bağlama açısı ışığında kuruyoruz tabii bu cümleyi. FETÖ'cü olmasa da, başka bir "zararlı unsur"dur. Alfabeden hangi harfleri seçerek kendisini adlandırdığının hiç bir önemi yok...

* * *

1950'li yıllardan bu yana Türkiye'de "laiklik" sadece tartışma konusu değil, aynı zamanda "toplumsal çatışma" konusudur. "Çatışma" derken, ille de bunun silahlı olması gerekmiyor. İki ayrı kesimin birbiriyle konuşamaz hale gelmesi bile "çatışma" için yeterlidir.

"Dindarlar dinlerini iyi bilmiyor. Bu konuda cahiller ve bu cehaletleri de birilerinin avantajına dönüşüyor" dersek, buna çok az itiraz geleceğini umuyorum. "Altı ibadet, ortası ticaret" olan camiaların "besleme" savunucuları daha "cehalet" sözcüğü geçince zıpladı, bunu da tahmin edebiliyorum.

Cumhuriyetin kuruluşunu, hilafete son veren bir "ihanet" olarak görenlerle de tartışılabilecek bir konu değil bu. Her ne kadar "muteber" başvuru kaynaklarından Cüppeli Ahmet Hoca bile "Hilafet zaten hükmünü yitirmişti, itaat eden kalmamıştı ki" diye olayı çok güzel özetlerken, onun müridlerinin içerisinde bile "deccal" diye başlayan cümleler kurmayı çok seviyor.

* * *

Atatürk'ün, kendi cebinden para vererek Elmamılı Hamdi Yazır'a Kur'an tefsiri yazdırdığını, o tefsirin ileri noktasında bir tefsirin halen yazılamamış olduğunu söyleyen de Cüppeli Ahmet Hoca... O dönem, Trabzon'da muteber bir alimin de Mustafa Kemal Atatürk'ten "Kur'an dersi vermek için" istediği yazılı izni kolayca aldığını na anlatıyor hoca. Ardından, bir fesli palyaçonun hedefi olacağını bile bile. "Deccal" sözcüğünü en çok kullanan, İngiliz Muhhibleri Cemiyeti'nin bugünkü "gizli" temsilcilerinden birinden söz ediyorum.

Cumhuriyet döneminde, devletin din eğitimi konusunda bazı yanlışlar yaptığını artık "seküler" düşünen ve yaşayanların da kabul etmesi gerekiyor. Bir dönem, din eğitiminin gizli gizli yapıldığını, Kur'an okurken değil de, öğretirken yakalananların cezalandırıldığını resmi tarih yazmasa da, büyüklerimizden çoğumuz dinlemişizdir. İşte o dönem, bugün "laikçi" denilen kesimin hiç kabul etmek istemediği, ama karşıt kesimin de en güçlü sermayesidir...

İnanç, bilgiye dayalı olmadığı zamen rayından çıkar ve "sapkın akımlar"ın sermayesi haline gelir. Bir insan öldürmeyi, tüm insanlığı öldürmek olarak nitelendiren bir dinin "terörist" üretmesi, ancak gerçek dinin bilinmesi halinde engellenebilir. Aksi taktirde, "cihat" eşittir "katliam" olarak beyinlere nakşedilir ve zaten "cennete ulaşmak"tan öte bir hedefi olmayan bir Müslüman, anında bir canlı bombaya dönüşebilir.

"İslâm" maskesini kullanan terörün de, tüm toplumsal kötülüklerin de çözümü, bu dinin tüm emirlerinin inananlar tarafından doğru bilinmesi gerekiyor. Kim öğretecek peki? Ya tarikatler, cemaatler veya devlet... Siz hangisini tercih edersiniz?

Her laf açıldığında "Ne yani biz Müslüman değil miyiz" diyerek durumu konta etmeye çalışanlar, dinle alâkaları "Allahaısmarladık" gibi sözcüklerle sınırlı olanlar, laikliği dindar insanların yaşam alanlarını sınırlandırmak olarak ele aldı geçmişte. Laikliği topluma "dinden uzak durmak" olarak dayatanlar, bugünkü çarpık tablonun ana hissedarları arasındadır. Başkalarının dindarlığına kıvam vermek, yetersiz bulup kendisini "din otoritesi" sayıp, "ruhban sınıfı"nın bir parçası olmaya çalışanlarla birlikte tabii...

FETÖ ve tüm terörist, katliamcı örgütler, dini, dinin vaadettiği ölümden sonraki hayatı kullanırken, geçmişten bugüne "öteki" yapılan ve dinin doğru kaynaklarından mahrum bırakılanları en geniş sermaye olarak kucağında bulmuştur.

Bir şeyin "doğrusu" orta yerde dururken, yasaklarla, sınırlamalarla ve hatta dışlamalarla varacağımız tek nokta ayrışmadır, çatışmadır. Bu da terörün en önemli besinidir...