Yaşadıkça görmeye, öğrenmeye ve şaşırmaya devam ediyoruz. Hayat karşımıza çıkardıklarıyla anlamamızı ve içimizin sızlamasını her seferinde başarıyor. Yalnızlık sözcüğü bambaşka bir anlamla karşıma çıktı. Köyün içinden geçen koyun sürüsünün yanında yürüyordu yalnızlık.
Bir arkadaşımı görmeye Pıtıreli Köyüne gitmiştim. Köyün dar sokaklarından birinde ayaküstü konuşurken yanımızdan koyun sürüsü geçti. Baharın sonlarıydı, doğan kuzular büyümüş ve artık anneleriyle otlamaya çıkıyordu. Kuzular annelerinin yanında sürü ile beraber önümden geçerken bir tane kuzunun kenardan, tek başına sürünün dışında yürüdüğünü fark ettim. Öyle ayrıydı ki ötekilerden hemen dikkatimi çekti. Selam veren, köyün yabancısı olduğumu anlayıp ve hoş geldin diyen çobanla bir-iki dakika konuştuk ve o kuzunun neden sürüden ayrı gittiğini sordum. Üçüz olduklarını, en son onun doğduğunu ve annesinin istemeyerek dışladığını, emzirmediğini anlattı. Emmesine ve yaklaşmasına izin vermemiş; onlarda biberonla besliyorlarmış.
Ne diyeceğimi bilemedim. Annesi tarafından dışlanan minik kuzunun koskoca sürünün yanında tek başına kaldığını, yalnızlaştığını gördüm ve sordum kendi kendime; '' Ey  hayat beni   daha ne kadar şaşırtabilirsin ki?''
Yalnızlık sözcüğü başka bir anlam kazandı, yoğunlaştı, büyüdü; sanki hayatımda kapladığı yer arttı. Demirden bir gülleye dönüştü içimde.  Daha da ağırlaştı. Sızlayan demirden bir gülle vardı artık içimde. Orada olduğunu bildiğiniz bir ur gibi.
Hayvanlar günah işlemez. Günah insana özgüdür ve insan var diye var. Onca çaresizlik içinde yalnızlık minik bir kuzu donunda o gün önümden geçip gitti. 
Ömrümce aklımdan çıkmayacak, yönetmenliğini hayatın yaptığı üç dakikalık bir film izledim. 
Hayatın çıkmaz sokaklarında yürürken ne ile karşılaşacağımız belli olmuyor. Anladıklarımız kadar anlayamadıklarımız da büyütüyor bizi.  Cevabını veremediğimiz sorularımız aklımızda dönmeye devam ediyor ve bambaşka sonuçlara ulaştırıyor bizleri. Bazı kötülüklere anlam veremiyorsunuz örneğin ve sormaya devam ediyorsunuz ''neden'' diye başlayan soruları. Ve  anladıklarımızdan bize ince bir sızı kalıyor. 
Her sözcüğün sözlüklerde bulunan anlamı dışında daha keşfetmediğimiz anlamları, o sözcüğün bize söylemedikleri var.  İncinin başlangıcının minik bir kum tanesi olması gibi. İşte bizler; sözcüklerimizi tıpkı bir istiridyenin kum tanesini özüyle sarmalayıp dönüştürmesi gibi durmadan özümüzle çoğaltarak yeni anlamlar ekleyip büyütüyoruz. 
Hepimize yalnızlık birilerinden kalıyor. Hep birilerinden kalıyor yalnızlık bu dünya üzerindeki canlılara. Topraktan, taştan, telefon numaralarından, fotoğraflardan, sokak isimlerinden, camlardaki çiçeklerden, yanınızda taşıdığınız anahtarlardan, yanmayan ışıklardan, köşesi kırık tabaklardan, tek kalmış fincanlardan, kapı numaralarından kalıyor yalnızlık. En çok büyüyen, anlamlanan sözcüğümüz oluyor.
Tercih edilmiş bir yalnızlığın cennet olduğu söylenebilir. Ya da bildiğin, inandığın yolda tek başına yürümek mutlaka ulaştırır cennete. İtilerek düşürüldüğümüz yalnızlıklarsa cehennemdir. görünmez olmak elbet hepimizin canını yakar. Gürültümüzün sebebidir yalnızlık. Tek başınayken yalnız kalmaz insan. İnsan ancak kalabalıklar içinde veya o kalabalıkların bir kol boyu uzağında yalnız kalır.
Korkuyoruz. Yalnız kalıyoruz. Sevilmek istiyoruz. Ekmek gibi, su gibi en doğal ihtiyaçlarımızdan biri sevgi. Bilmem kaç milyar insan içinde bir kişi bizi sevse yalnızlıktan kurtulacağız ve hiçbir şey artık bizi korkutamayacak. Etrafımızda ne kadar canlı varsa; kediler, köpekler, kuşlar, kuzular; onlar da korkuyor, yalnız kalıyor, sevilmek istiyor. 
Kuşların, kuzuların, kedilerin, köpeklerin uyurken rüya gördüğünü bilin. Belki onların da rüya gördüğünü bilmeniz onlara bir parça daha iyi davranmanızı sağlar.