İkinci dünya savaşından sonra yaratılan refah ortamı bitmek üzere. Dünya; yeni bir paylaşım savaşına başladı. Belki de bu dönemin savaşı enerji, su ve gıda üzerinden yürüyecek. Yaratılan refah dönemi nedeniyle dünya nüfusu patlama yapmış durumda. Artık üzerinde yaşadığımız bu yaşlı dünya sekiz milyar insanı beslemek zorunda. Üretim teknikleri gelişmiş ve gelişmeye devam ediyor olmasıyla birlikte tarımsal üretim yapılan topraklar aynı kalmakta.

    Ülkemiz için durum daha da kötü. Toprak envanterini çıkaramamış, üretim planlaması yapamayan kısaca daha tarımın en temel konularından sınıfta kalmış bir ülkeyiz.  Toprak reformu yapılmaya çalışılmış ama o dönemin meclisinde bulunan toprak ağalarının  baskısıyla karşılaşılmış hatta bu durum çok partili döneminde başlangıcı olmuş ve toprak reformu yarım kalmış; amacına ulaşamamış.

    Aynı döneme rastlayan; köyde yaşayan, tarımla uğraşan kesimi eğitmek ve toplumsal bir kalkınma yaratmayı amaçlayan Köy Enstitüleri deneyimi de aynı güruh tarafından engellenmiş ve ortadan kaldırılmıştır.

    Artık bambaşka bir dönemdeyiz; artık ihtiyacımız olan toprak değil tarım reformu. Bütün dünya sanayide olduğu gibi tarımda da 4.0 aşamasına geçmiş ama bizler hala miras veya paylaşım nedeniyle bölünmüş tarım topraklarımızı birleştiremiyoruz. Tarlalara konulan ölçüm cihazları sürekli veri toplayarak en uygun sulama, gübreleme, sürme, tohum atma zamanlarını ilgili kişilere mesaj atarak bildiriyor ve buna göre işlem yapılıyor. Bizdeyse hala deden kalma alışkanlıklarla yapılıyor tarım. 

    Devlet iyi niyetle bu durumu düzeltmek için çalışmalar yapsa da köklü bir değişim yaratmadığı için zamanımız, paramız, ürünümüz  çarçur ediliyor. Çiftçiye hayvan veriyor ama nerede barındırılacağı nasıl besleneceği konusunu hiç sorgulamıyor. Hayvancılıkta yanlış barındırma koşullarından dolayı kayıp %20'lere kadar çıkıyor. Hayvan başına ekilecek (yem bitkisi) alan hiç araştırılmıyor ya da var mı diye sorulmuyor. Hayvanı alan çiftçi eğer kendine ait alandan beslediği hayvanın yemini çıkaramayıp satın almaya kalkınca zarar ediyor ve bir an önce elindeki hayvandan kurtulmak istiyor.

    Planlı tarım yapmadığınız sürece tarımda üretim verimliliğini sağlayamazsınız. Oysa ekonominin her alanında kurallar ve çözümler basit, net ve uygulanabilirdir. Eğer tarım üretiminizi planlamaz ve her yıl hangi üründen ne kadar üreteceğinizi sene başında tarım sektöründe çalışanlara yaratacağınız kooperatif ve ya ismi, şekli önemli değil sizin kuracağınız kurumlarla aktarmazsanız her sene domatesi denize dökersiniz, patates tarlada kalır, tahılınız para etmez.

    İşin en acı yanı da bu sene çöpe attığınızı birkaç sene sonra ithal etmek zorunda kalırsınız. Kendi kendini besleyemeyen ülke kısa sürede sömürgeleşir, köleleşir. Hiçbir kurum ve ya birey toplumun üstünde olamaz. Devlet de o toplumun ihtiyaçları ve refahı için o toplumu oluşturan bireyler tarafından yaratılmış kurumdur, organizasyondur. 

    Konuya şu geldiğimiz noktadan bakacak olursanız bütün sorunların temelinin aynı olduğu görülebilir. Tarım, sosyal yapı ya da sanayi hiç fark etmez doğru ve ilkeli bir şekilde yapılandırılmayıp; gelecek planlanmazsa sıkıntılar çığ gibi büyür ve bu yüzden belki de devrim bekleyen toplumlar başarısız toplumlardır.

    Biz ne yaparsak yapalım ekonominin kuralları işleyecek biraz gecikmelide olsa her şey düzene girecektir. Para kazanamayan köylü topraklarını büyük tarım şirketlerine satmak zorunda kalacaktır. Bu durumun tersi de başarılı olan üretici büyüyecek, hem üretim alanını hem de çeşidini artırarak kendisi kurumsallaşacaktır.

    Önümüzdeki en büyük risk bu dönüşüm sonucunda işsiz kalacak, eğitimsiz ve mesleksiz bir topluluktur. Bu geçişin derecesini ve sertliğini belirleyecek olan kurum da devlettir.

    Buradan Sokrates'in "devleti filozoflar yönetsin" önermesine kadar gidebiliriz. Başka bir yazının konusu olsun bu.

    Önerim; Şükrü Erbaş'ın "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz" şiirinin yeniden ve yeniden okunmasıdır.