Hattat ve ebru sanatkârı Fuat Başar, Türkiye'de, bakanlıklar eli ile uygulanan yanlış politikalar nedeniyle klasik sanatlarımıza karşı yıllarca cinayet işlendiğini söyledi. Başar, "Bu iş Kültür Bakanlığı'nın işidir" dedi

Hattat Hamit Aytaç'dan Hat ile Ebru Sanatkarı Mustafa Düzgünman'dan Ebru icazetnameli, Hattat ve Ebru Sanatkarı Fuat Başar, sanat hayatının 41'inci yılında inanç, sanat, ahlak, edeb, çağdaş sanat, sanatta klaik-yenilikçi tartışmaları, devlet ve yerel yönetimler ve akademi ile sanat ve sanat eğitimi hakkında, belki de, bu güne kadar hiç konuşmadığı kadar 'sert açıklamalar'da bulundu.

IRCICA ile başlayan sahiplenme, sonrasında müesseleşme ve korunma, yaşatılma anlamında yapılan çalışmaları yeterli görüyor musunuz?

Bu yarışmalar artık başka kurumlar, vakıflar, yerel yönetimlerin açtıkları yarışmalar, kurslar ile hatta azıcık Kültür Bakanlığı'nın da bulaşması, bunu da acı acı tebessüm ederek söylüyorum, maalesef. Yani sanatın eğitimi, Kültür Bakanlığı aracılığı ile olması gerekirken ama kurs zihniyeti ile değil, bu iş Kültür Bakanlığı'nın görevi iken, Milli Eğitim Bakanlığı'na ve bu bakanlıkta da Halk Eğitimine verilmesi, bana göre cinayettir. Çünkü, bu bir ayakkabı tamirciliği değil ki. Bu bizim klasik sanatlarımızdır ve ancak bir ömür verilir ise çıraklığa adım atılabilinecek derecede, çok önemli bir sanatlardır. Maalesef... Bakanlığın yapması gereken, önce nasıl yapılmalı, nasıl yapmalıyız diye, sorulmalı, bu işin ustaları, üstadları çağrılmalı ve bir müşavere heyeti kurulmalı.



Sanatın algılanması ve sanat eğitimi açısından, akademi ve kurs eğitimi ile usta çırak eğitimi arasındaki farklar nelerdir?

Günümüzdeki kurs ve akademi zihniyetinde, esas olarak, tabir caiz ise maddi ve materyalist, kaideler gözönünde bulunduruluyor. Bu tespit önemli, acı ve belki de biraz sert ama bu budur. Kim ne derse desin, bu düşüncelerimin, arkasındayım. Akademik zihniyet ile kurs zihniyeti ile sanatın, ne öğrenimi olur, ne de öğretisi. İlla ki, usta çırak münasebeti içinde, işin görünen tarafının, daha da ötesinde, gönül bağı, inanca, edebe, irfana dayalı, bir taalim ve taallüm, olmaksızın sanatın yürütülmesi mümkün değil. İnanç da, baştan aşağı ilimdir, sanat da baştan aşağı edebdir. İlmin temeli de, baştan aşağı inanç ve edebden olmak, zorundadır. Bunun dışına çıkıldığında, ilim teknolojiyi doğurur, teknoloji insanları ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu sözler çok ağır sözler ama gördüğümüz, tespit ettiğimiz için, olan hadise budur.

Sanat camiasında çokça tartışılan ego, bencillik, kıskançlık, rekabetin artmasının sebepleri nelerdir?

Ego şeytanlığın başlangıcıdır. Şeytan Allah indinde kıyamete kadar, sürülmüş bir yaratıktır. Bir sefer nefsaniyet gösterse, kıyamete kadar şeytan olarak kalmaya mahkum edildi. Bir Müslüman her gün üç beş sefer, nefsaniyetini ortaya koyuyorsa durumu nedir? Artık onu okuyanın dinleyenin, iz'anına havale ediyorum. Tam tersine bir insan bir sanat ile bir ilim ile uğraşıyorsa, cehlini anlamaya yöneliktir o, cehlinin derecesi ne kadarmış onu öğrenmek için, Günden güne artan hüneri, mahareti, şöhreti arttıkça, önündeki imtihanlar daha da artığı gibi, hem imtihan yoğunlaşıyor hem önündeki sahilden gittikçe uzaklaştığını fark ediyor. İnsan kendisini sahilde hisseder ve avucu ile oradan bir şey alacağını zanneder. Ama avucunda alırken bir bakar ki, avucu yeterince sağlam değil, sağlam bir kap bulmak lazım. Eğer nefsaniyetinizin esiri oluyorsanız, o sahil zaten önünüzde kaybolup gider. Ayağını bile sokamaz o sahile. Bu iş böyle bir şeydir, ilim bir insana cehlinin derecesini göstermek için vardır. Söylerler ki; Hz. Ali Efendimiz, kürsüde vaaz verirken, cemaatten bir kişi diyor ki; 'Sen o kürsüye çıkıp, konuşacak derecede, ilim sahibi misin?' Ama aldığı cevap çok enteresan; 'Bildiklerim, beni ancak, şu kürsü yüksekliğine kadar çıkarttı. Ama cehlim beni buraya çıkartacak olsaydı, başım ta arş ı alaya değerdi' Hakkında 'İlmin kapısıdır' vasıflandırmada bulunuyor Peygamber Efendimiz. Ona rağmen, O bunu söylüyor. Bizim yazı sanatımızdaki Hazret i Pirimiz, hakiki pirimiz O'dur. Çünkü İslam yazısını ilk ortaya çıkartıp, güzelliğini Müslümanlara gösteren, Hazreti Ali Efendimizdir. Bu daha sonra, Müslüman Türkler ele almış ve Şeyh Hamdullah olmuştur. Cenab ı Hak, ona da, 0 mertebeyi de, lütfetmiş. Yazıyı derlemiş, toparlamış, güzelleştirmiş. Ama yazıyı ben derledim, toparladım, iddiası hiç yok. Eski ustaların hepsinin söylediği şudur; 'Bu iş, başlı başına bir ilim' ama biz şimdi maalesef sanat diye adlandırıyoruz. Yazı sanatı, İslam Yazı Sanatı diye adlandırmak yanlış. Bunun asıl ismi 'Hüsn ü Hat İlmi'dir. Ve diğer ulemanın üzerinde bir paye verilmiştir, yazı yazanlara. Diğer ulema Kur'an-ı Kerim'den, istifade eylediği ilimlere ulaşır. Lakin onun metnini tespit eden hattattır. Sırf bu yazısına hürmeten, ulemanın baştacı edilmiştir. Bizde de, son zamanlara kadar, içeri tıkılacak adamlardı bunlar! Bazan böyle hiciv şairliğinden kaynaklanan keskinlikle, bazan böyle keskinleşiyoruz. İnşaallah başıma da bir şey almam! Amma hak ve hakikat konusunda da, susacağımız yok Allah'a şükür. Neyse o, insanlar bunu bilmeli, hak ne ise, onun peşinde gitmeli.

Sanat, baştan aşağıya ilim, ahlak, edebdir


Sanat bugün nasıl anlaşılıyor ya da sanat nedir, sanatı nasıl anlamamız lazım?

Günümüzde sanat anlayışında korkunç.. var. Günümüzde sanat şöyle anlaşılıyor. 'Filan kursa gittim, 10 ay, sertifikamı aldım. Kültür Bakanlığı'nın, sanatçı tanıtım kartı komisyonun önünde...' kartta verecek, röportaj verelim, 'Ben devlet sanatçısıyım', diye röportaj verenleri gördük. Sanat vallahi hiç böyle bir şey değil. Sanatın, ilimden ayrılan tarafı da asla olmamıştır. Dinden ayrı hiçbir tarafı yoktur. Bunların hepsi bir bütündür. Batı Dünyası, habire din sanat çatışması çıkarmaya çalışıyor. Bana sorulursa bu bir geri zekalılıktır. İşi düşünmemekten kaynaklanıyor. Sanat, din, ilim, inanç, hepsi bir bütündür. Ve inancın temeli edebdir, o sanatı o hüneri, kendine kimin nasib ettiğini, onun şuuruna varmaktır. Onun müsaadesi ile bu işi yaptığını bilmektir. Sonra bütün kainata bakın, zerrede kürreyi, herşeyi aklımızın almayacağı estetikler, ölçüler, güzellikler, o ölçüleri yakalamaya çalışmak ve yaptığın işi ona göre güzel yapmak, işte o noktada ilim başlıyor. Zaten baştan aşağıya ilim, irfan, edebdir bu iş. Baştan aşağıya, kim ile nasıl konuşulur, kime nasıl davranılır, zaten dini terciye ile oluyor ama o dinin müntesibleri için de, sanatkarlık diye ayrı bir paye onlara verilmişse, onun haysiyetini de gözetmek gerekir.

Sanatın başı doğruluktur


O halde sanatkar kimdir?

Cenab ı Hak'kın, birkaç isminin tecelligahı olmuş, Yaradanı'nı tanıyan, yaptığı şeyi, Cenab-ı Hak'kın emri doğrultusunda, güzel yapmaya çalışandır. İşin özeti budur. Zaten ibadet olarak görürse sanat olur. Ve bir de şu, Hadis-i Şerif, 'Cenab ı Hak, güzeldir, güzeli sever.' Bir Müslümanın yaptığı her iş güzel olmak zorundadır. Güzellik nasıl olur? Sanatın en başı doğruluktur. Önce yaptığı işin, doğru olması lazım. Düzgünman tekne başında ebru çalışırken, 'Ya Hu, bu ebruyu, kim icad etmiş, hangi akılla icad etmiş, dağdaki boya, atın kuyruğu, öd, kitre, gülün dalı, dikeni, zamkı, azizim bu akıl mantık iş değil, ilham işi' derdi. Batı, o akıl kısmına kafasını yoruyor ama ,llham olabilir diye pek düşünmüyor. Ama Cenab ı Allah, o ilhamı veriyor. Ebru bir tecelligahtır, tecelli sahnesidir. O konuya bir girsek, ciltler konusu yetmeyecektir. Bu bilgiye ben nasıl ulaştım, okuyarak değil ki, hiçbir yerde yazılı bilgi yok. Yalnız tekne başında, boyalara baktığım zaman, yarım saat, bir saat, düşüncelere, tefekküre daldığımı bilirim. Gece yarılarına kadar tekne başından ayrılamadığımı bilrim. Boyaların açılması, yumulması, sabırla beklerim, beklediğimde boyaların, dibe gitmesi, o yüzeyin bozulması, yeni attığımız boyaların artık, daire şeklinde değil de, kırçıllı kırçıllı açılması, baktığınız zaman Cenab ı Hak'kın kudretini o teknede görmemek mümkün değil. Ve eğer teslimiyetiniz yoksa, ebru yok! Zaten tekne başındayken, besmele ile başlanacak, bu konuda Düzgünman ile hatıralarımız da çoktur. Kişi Cenab-ı Hak'kın ilham buyurduğu, memur ettiği zaattır. Fiil kendinden değildir, fail duru düşünür, bunu var eden Cenab-ı Hak. Şu yaptıklarımın çalışması için, işleyen kanunların mucidi yaratıcısı Cenab-ı Hak. Arada ne kalıyor? Hiçbir şey. O durumda neyi düşünüyor? 'Çek kendini aradan, zahir olsun Yaradan', bunun şuuruna varıyor. Eğer, Karagöz'ün, perde gazelini, çok kişi dinlemiş olaydı, bir tek mısrasını söyleyeyim; 'Kurulmuş Hakikat perdesi, oynatan üstadı gör!' İşte, Hakikat perdesi, oynatan üstadı görmedikten sonra, o zaman başlıyor konuşmaya, 'Ben sanat eserleri yaratırım' diyor ve şirk başlıyor. Halbuki, Cenab-ı Hak, nasib etti, bu kul bu kadar çıkarttı. Bunun farkına vardığında, başka kulların ellerinden çıkmış olan, sanat kriterleri açısından bozuk bile olsa, eserlere laf atmaya kişinin mecali kalmıyor. O da Ondan zuhur etti ya Hu, nasıl kötü dersin? Ezelden beri edeb ile doğrusunu söylemek, onu da özür dileyerek, nezaket ile edeb böyle bir şeydir. Kalkıp sürekli olarak, 'sanat eseri yaratıyorum, filanca kişi de kim oluyormuş, alkışlayın, mangırı ben götüreyim, size zırnık yok', bu sözleri gayrimüslim bir sanatçı da söylüyor.

Kendini sanatın tanrısı sayıyor


Batı'da sanata bakış ile Doğu'da sanata bakış açısı hakkında neler söylemek istersiniz?

Yıllar önce söylediğim şu söz belki çok kişinin ağırına gitmiştir; 'Batı ile Doğu Sanatı arasındaki, farklar nelerdir? ' diye... Gayet özet, Batı'da sanatçı, kendini, sanatın tanrısı sayıyor. İslam Dünyası'nda da, sanatçı kendini, Tanrı'nın sanatı sayıyor. Fark bu kadar taban tabana zıt. Ve bizim sanatlarımız ile iman, ahlak, edeb, örf gelenek.. Bütün bunlar arasında o kadar kopmaz ve sıkı bağlar var ki, bir diğerinden ayırt edilmez. Bizi biz yapan Cenab ı Hak'kın taktir buyurmuş olduğu, değerler sanat dünyasında da uygulanmak zorunda. Bunları ayırmaya çalışmak, sanata fitneyi sokmak demektir. Dünya Ebru Kongresi'nde de, söyledim, Batı'nın başımıza açtığı, tülü belalar var amma 'ölçüsüzlük ve yorum diye, başımıza iki bela açtı' kimse kurtulamıyor. Yerli ve yabancı sanatçılar da ordaydı. Ölçüsüz sanat mı olur? O durumda yoruma kayıyırsun, 'ben böyle yorumladım', Türkçesi bunun, başaramayan yorumlamaya kaçıyor. Özüne maledemeyen, uydurmaya kaçıyor, bir de arkasına çağdaş sanattır damgasını vurdun mu, çağdaş kelimesi asla dokunulmayacak veya modern sanatlar, vallahi şahsen bu kelimeleri duyduğum zaman köpürüyorum. 1800lü yıllarda ebru, yazı, tezhip, o devrin çağdaşları bunlar değil miydi? Aradan bu kadar zaman geçti, bunlar çağ dışı mı kaldı? Unutuldu mu? Bu gün bu sanatlar var ise, sanatkarları var ise bu sanatlara ilgi gösteren insanlar var ise, o halde bu sanatlar çağdaştır. O halde, çağdaş sanat diye kime neyi anlatmaya çalışılıyor?

Sanat da zarar görüyor


Ebru'da yenilikler olmalı mı, klasik olarak mı yaşatılmalı soruları sıkça soruluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İster istemez, yenilikler oluyor. Malzemeleri, unsurları gelişmesi var. Sanatın bizatihi gelişmesi var. Sanatkarın gelişmesi var. Biz genelde sanatı ilerlemeye kapalı gibi, algıladığımız için, 'bu klasikleşti, köhneleşti' damgasını vuruyorlar. Yeni kaplılar açmak lazım. Bunlar laf cambazlığıyla, işin aslından uzaklaşmaktır. Bir kişi çıkar, aynı tekniği, aynı malzemeleri geçmişte yapılmayan, geçmişte yapılanlarla yakından uzaktan, ilgisi olmayan bir takım, görüntüler çıkartır, ona 'bu klasik ebrudur' dememelidir. Benim kendi şahsım için düşündüğüm, 'uğraştığım bir meşgaleler ürünüdür, bunun adına ne koyalım, gelin müşavere edelim' demelidir. Yoksa 'ben çağdaş ebru yaptım, siz ne anlarsınız, benden çok geridesiniz' demek, işin küstahlık tarafıdır. Diğer tarafta da, 'Ben gelenekselim, filan yerin kitresi yapmadan, yapmam' diyerek, direnmek de, işin yobazlık tarafıdır. Çünkü o malzemenin fonksiyonu önemlidir. Fonksiyonunu daha iyi gören bir malzeme varsa, o kullanılmalı. Nefsaniyet olunca, bencilik olunca, meşveret olmuyor tabi. Zaten maksadımız üzüm yemek olsa, işimiz kolay. Biz bağcıyı da değil, bulduğumuz bütün bağcıları dövmeye başlıyoruz. Bağı da harab etmeyelim. Sanat da, sanatçı da zarar görüyor. Bakın burada şunu da özellikle belirtmek isterim, Hikmet Barutçugil kadar, Ebru'yu tanıtmak için, dünyada bu kadar mekan gezmiş ikinci bir adam yoktur. Ve hadise biraz da hazımsızlıktan da kaynaklanıyor. Onları da yapamaz mı, elbette yapar ama kendine has, fonksiyonel olan, bir takım görüntüler çıkartıyor ki, ressamın oturup tabii olarak çıkartması mümkün değil. Birgüne birgün Barutçugil'den veya beyanatlarından, şunu duymamışımdır, esas geleneksel ebru budur, siz hava alırsınız, böyle harekeketi, tavrı olmadı. Ama bir takım çevreler, birbirine düşürmek için, fitne üretmeye çalışıyorlar. Barutçugil işin özüne, ahlakına, edebine vakıf olanlardandır.

Sanat emanettir


Ne yapılmalı ki, sanat aleminde huzur ve sanatta da kalite ve feyz bereketlensin?

Bu bir emanettir, el ele, omuz omuza, sırt sırta götürülecek bir enettir, çok da mübarek bir emanettir. Bizim şunlarla uğraşmamızın gayelerinden birisini söyleyeyim, ben kendi nefsim için söyliyeyim, biz Cenab ı Hak'kın, beş kuruşluk bile değeri olmayan kuluyuz. Adımımız hata, çerik çürük ibadet, iman, iman öyle kuvvetli, şiddetli olması gereken bir şey ki, Yalnız bir şeyden ümitliyim, mahşer günü, sorgu sual görülürken, beklentimiz şu; Elli gram sevabı yok, baştan aşağı günah. Yalnız yine de siz bunu cehenneme atmayın, sebeb ne? Allah buyursa ki; O kulum dünya hayatında iken, yazı yazardı, bilindik benim ismimi güzel yazdı. Ben sevdim, benim ismimi güzel yazan kulumu, güzellerden yazın, cennete götürün. Vallahi billahi, ümidimiz budur. Ne alkıştır, ne paradır, ne puldur, ümit odur.

FUAT BAŞAR KİMDİR?

7 Mart 1953 senesinde Erzurum'da doğdu. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni okudu. 1977 yılında ebru sanatına olan ilgi ve merakıyla Mustafa Düzgünman'a mektup yazarak ebru çalışmalarına başladı. Aynı dönemde Hamit Aytaç ile de mektuplaşarak hocadan Hat dersi almaya başladı. 1980 senesinde sanat aşkını tıp öğrenimine tercih etti ve hocalarından feyz alabilmek için İstanbul'a geldi.
1980 senesinin 10 Eylül'ünde Hamit Aytaç Hoca'dan hat icazeti aldı. İcazet almasına rağmen vefatına kadar hocasının dizinin dibinden ayrılmadı. 1989 yılının 10 Eylü'ünde ise büyük ebru ustası Mustafa Düzgünman'dan, biri Osmanlı Türkçesi olmak üzere üç ebru icazeti aldı. Hocalarının vefatı ile kendi atölyesini kuran Fuat Başar, bu tarihten itibaren profesyonel ebrucu ve hattat olarak hayatını sürdürmektedir. Günümüzde Türkiye'nin her bir köşesinde icazetli talebeleri ebru ve hat sanatını öğretmektedir.
Dünya çapında birçok hattat ve ebru ustası yetiştiren sanatçı, 350'nin üzerinde kişisel ve karma sergiye iştirak etti. Uluslar arası birçok sanat faaliyetine katıldı. Amerika, Almanya, Japonya, Malezya ve diğer birçok ülkede ebru sanatı tanıtımında bulundu. Yıldız Teknik Üniversitesinde ebru fizikokimyası konusunda çalışmalarda bulundu. Ebru konusunda yayınlanmış kitabı ve birçok makalesi vardır. Çok sayıda radyo ve televizyon programına katılan, yerli ve yabancı belgeselleri, röportajları, çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları olan Fuat Başar, birçok kitabın hazırlanmasına da katkıda bulunmuştur.
Eserleri dünyanın birçok müzesinde, yurt içi ve dışındaki koleksiyonerlerde bulunmaktadır. Japon İmparatoru, Malezya başkanı, Suudi Arabistan Kralı Faysal başta olmak üzere, birçok devlet başkanı ve bakanın da tuğralarını çekmiştir.