Selçuklular ve Osmanlılar zamanında belli başlı kültür merkezlerinde vakıf yoluyla kütüphaneler kurulmuş. Bu işlemler için özel binaların yanı sıra cami ve medreselerde bölümler ayılmış. Özellikle İstanbul’da Camii ve külliyeleri içerisinde yer alan kütüphanelerin sayısı çok olmuş. Kütüphanelere çeşitli yollardan giren eserlerin uzun süre hizmette kalması için cilt ve onarımlarının yapıldığı atölyeler kurulmuş. Kütüphanelerimizde bulunan çok sayıda yazma kitaplar bilim dünyasının ilgisini çekiyor. Yazımızın başında da değindiğimiz gibi, yazma kitap
denilince akla Türklerin geleneksel sanatlarından olan hat, ebru ve tezhip sanatları geliyor. İşte bunlardan da bir kaç cümle söz etmek istiyorum. Hat sanatı. güzel yazı ve yazı kompozisyonlarında süslemelerin kullanılması diye tanımlanabilir. Köşeli harflerde çivi yazısını hatırlatan “Kufi” yazı türlü geometrik süslemeye uygun olduğundan çokça kullanılmış. Daha seri yazılması gereken kitaplarda akıcı bir yazı karakteri olan “nesih” doğmuş. Önemli yazı türleri arasında, kufi, sülüs, muhakkak, reyhani, nesih, celli, rit’a, nestaalik, divani ve siyakat sayılabilir.

Kağıt süsleme sanatı olan ebrunun Türkistan’dan İpek Yoluyla İran’a oradan da Anadolu’ya geçtiği sanılmakta. Kitap ve yazıları süslemekte kullanılan ebru sanatı Osmanlılarda çok gelişmiş. Topkapı Sarayı’nda çok eski ebru örneklerini bulmak mümkün. Eski ustalar dalgalı ebru yanında süslü şekiller ve çiçekler de yapardı. Bu şekillerden ebruları kimin yaptığı anlaşılmaktaydı. Osmanlılarda kitap süsleme sanatlarından olan tezhip, nakkaşlar elinde hat sanatı ile birlikte gelişti. Fatih devrinden itibaren tezhip sanatında zengin motif düzenlemeleri yapılmaya başlandı. Nilüfer, ıtır, yaprak, lale, karanfil, bulut gibi motifler değerli eserleri süsledi.

Kitap, kâğıt, kalem konulu yüzlerce manimiz var. Anadolu’muzun çeşitli yörelerinde söylenen manilerden birkaçını anımsıyorum.

Mani kitabını açtım
Manileri hep saçtm
Ben utangaç bir kızdım
Yüzümü sana açtım.
Kemanmın teli var
Yedi tane dili var
Kız sana yazdığımın
Kitaplarda yeri var
Ağaçlar kalem olsa
Yapraklar kağıt olsa
Sığmaz kitaba derdim
Denizler mürekkep olsa.
Pencereden bakıyor.
Kitap almış okuyor,
Elinde bir deste gül
Yel vurdukça kokuyor.
Gergefi dokuyalım
Kitabı okuyalım
Çalışan kazanıyor
Aklımıza koyalım.

Çağlar ötesinden matbaa ile tanışan Türk ulusu, talihsiz bir tutuculuk sebebiyle bu konuda batının üç yüz yıl gerisinde kalınca özellikle Anadolu’da kitaplar, kıraathanelerin sınırlı imkânlarının ötesinde evlerimizin raflarını dolduramadı. Acıdır ama analarımız, bacılarımız kitabı belki uzaktan bir tabu gibi gördüler, ancak ellerine alıp, onunla haşır neşir olamadılar. Bu açığı nasıl kapattık sorusu akla gelebilir ve önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, bu ulusun bir ölüm kalım kavgası olan bir mücadelede bir fazla insanın çok önemli olduğu, sakatların bile yardımına ihtiyaç duyulduğu, köyde beşik sallayan elin mermi sandıklarına yapıştığı bir dönemde askerlik çağına girmiş okuyanları tecil, okutanları terhis ettirmişti.

Bu en sıkışık anlarda bile okuyan ve okutanlara milli savunmaya eşdeğer önem veren görüş ve anlayışın, üç yüz yıllık açığı kapamamızda en büyük etken olduğunu söyleyebiliriz.