Kimdir bu manzumenin sahibi? Kimdir bu erdemlilik, soyluluk anıtı insan?  Elbette yazacağım. Ancak önce bir yerde bulamayacağınız manzumeyi okuyunuz:

Yetmiş lira ile bir mütekait adam

İken, ikiz kızımız da doğdu, olduk tamam…

Evet tamam, çünkü herkes kaçıyor benden;

       Ve ben de sabahları erken

Yavrularımızın hazırlıyorum sütlerini…

Kaçıp gitti evdekiler,

Parasız kim kimi bekler?

       Tam bu sırada hastalık saldırdı bize,

       İki yavrumla anneleri diz dize

       Sancılar içinde kıvranıyorlardı,

       Hayatımın kalmamıştı artık tadı:

Kalmamıştı elimde hiç satacak,

Peki! Ya bu hastalara kim bakacak?

Vejetalin eritmek için sarılmıştım kepçeye

Fakat doktor parası sığmıyordu hiç bütçeye

Satmıştım elimde olanı,

Yemiştik maziden kalanı!

Düşünüyordum: İki elimde başım,

Dalmıştım, bunalmıştım…

           Seslendi refikam:

Paşam paşam!...

Nedir bu ye’sin?

Nerede her günkü neşen?

Hastalığım artar seni, seni böyle görürsem!

Bu günler de geçer, üzülme sakın!

Nerde ise gelirler doktorlar, vakit yakın…

Doktorlar mı gelecek dedin?

Acı, pek acı bir şeyler söyledin!...

Söylemeye bulamıyorum mecal,

Verecek vizite param yok İclâl!...

Borç felâkettir şuna buna,

Giremem bu tehlikeli oyuna!

Yanıyordu ellerimde başım,

Cevap verdi hayat arkadaşım!

-Dedelerimden kalma yadigâr

Bir pırlanta ile bir saatim var…

Gönderin bedestene sattırın,

Bu ağır yükü benden attırın!

Bu yüksek ruhlu bir Türk kızıydı,

Türk varlığının bir yıldızıydı.

Taşı, saati uzattı bana,

Ben de gönderdim “Sat Salonu”na.

Birkaç yüz lira geldi geriye,

Sıkıntıyı attık biz ileriye…

       Fakat refikam;

       Döndürürken duvara başını,

       Gördük iki damla gözyaşını,

       Dedim: -Lânet olsun böyle geçime!.

       Artık düştüm ben de kendi içime:

       Kulaklarım içimi dinliyor,

       Her yanım inliyor!

       Gözlerim içime bakıyor

       Ve gördüğüm yeri yakıyor

       Kalbimi deldi o iki damla yaş

          Haksız yere idi bu çetin savaş

Bu düşüncelerim pek kısa sürdü,

Çünkü vicdanım tamamen hürdü!

Arkadaşımla bakıştık

Ve gülüştük…

Hemen topladık kendimizi

Ve düşündük köylü efendimizi:

Neler çekiyor asıl onlar?

Yaşamıyor mu şerefi ile milyonlar?

Dedik ve karımla el ele verdik

Ve bu acı günleri pek âlâ yendik!..

Evet, “İki Damla Yaş” başlıklı bu manzume, 15 Ocak 1928 tarihini taşıyor.  Bu tarihten sonra her şey güllük gülistanlık mı oldu sanıyorsunuz?

Yedi Gün dergisinde okuduğumuza göre,  yokluk günleri bir süre daha devam etmiş.  İlkokula başlayan Hayat ve Emel adlı ikiz kızlarına bir cetvel alamayacak durumlarda kalmış yukarıdaki manzumenin sahibi Büyük Türk. Bu Büyük kahramanın, Türk’ün üstünlüğüne inanan, onurlu milletimizin hiçbir güçlük karşısında yılmayacağının düsturu olan bu yüce kişinin, çocukluk günlerimizde dilimizden düşmeyen milli şarkısını hatırlıyorum:

“Çelik gibi kollu, tunçtan ayaklı,

Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?

Türk yılmaz Türk yılmaz,

Cihan yıkılsa Türk yılmaz!”

Kuşkusuz ki kimden söz ettiğimi anladınız. Doğunun Fatihi’nden, Yetim Çocukların Babası’ndan, Kurtuluş Savaşımızı zafere erdirenlerden biri olan Kazım Karabekir Paşa’dan söz ediyorum.

Kazım Karabekir Paşa, aynı zamanda büyük bir idareci, yaman bir diplomat, güçlü bir yazar, şair, müzisyen, pedagogdu.  Bu üstün niteliklerinin yanında bir halk adamı, örnek bir aile reisi, hürriyet ve demokrasi aşığıydı. Erdemlerin tümünün, saygınlığın sembolü, seçkin kişilikli, ak, pak bir vatanseverdi. 

Kazım Karabekir 1882 yılında İstanbul’un Kocamustafapaşa semtinde doğmuştu. Karaman’ın Kasyo, yahut Kasaba köyünde Karabekir ailesinden olan Paşa, Kurtuluş Savaşı’nın en buhranlı günlerinde Erzurum, Kars, Ardahan ve Gümrü’de kazandığı büyük zaferlerle dillere destan olmuştu.

Hiçbir kişisel ihtirası olmayan bu yüce Kumandan, Kurtuluş Savaşımız zaferle bittikten sonra, akıl ve hayale gelmeyen karalama suçlama ve iftiralarla karşı karşıya kalmıştı. Henüz 45 yaşında ve sevgili milletine daha çok hizmet edecek çağda iken emekliye ayrılmak zorunda bırakılmıştı. On iki yıl acılarıyla baş başa kaldıktan sonra, 6 Ocak 1939'da İstanbul milletvekili olmuş, 1946'da TBMM başkanlığına seçilmişti. Bu görevde iken 26 Ocak 1948 günü vefat etti ve taparcasına sevdiği vatan topraklarına verildi.