Topraktan başını uzatır uzatmaz, koyun ve keçi gibi hayvanlar tarafından yenildiği için beyaz çiğdeme halk arasında Öksüzoğlan da denilmekte. Aynı çiçek Bektaşilikte Ehli-beyt'in sembolü olarak bilinmekte. Âşık Veysel’den alınan Şarkışla türküsünde çiğdem ve nevruz şöyle dile gelir:

“Çiğdem der ki ben elâyım/ Yiğit başına belâyım / Hepisinden ben âlâyım / Benden âlâ çiçek var mı/ Al baharlı mavi dağlar/ Yârim gurbet elde ağlar

Nevruz der ki ben nazlıyım / Sarp kayalarda gizliyim/ Mavi donlu göz gözlüyüm / Benden âlâ çiçek var mı / Al baharlı mavi dağlar / Yârim gurbet elde ağlar”

Çağlar ötesinden beri ova ile yayla arasında ömür geçirmiş olan Türk Ulusu, kışın hareketsizliğinden sessizliğinden kurutulup dağlara, yükseklere çıkış zamanını bir bayram sevinci ile kutlamış.

Türk’ün tarihi yolculuğuna baktığınızda baharların en güzel yaşandığı yerlere doğru ısrarlı bir akına tanık oluruz. Baharların yaşanmadığı Sibirya ovalarına, ya da baharların içinde kaybolduğu tropikal bölgelere göç yapılmadığını görüyoruz.

 Kuzeyin çiçekleri hep beyaz, güneyin ise hep kırmızı olmuş. Ama Azerbaycan’ın Anadolu’nun Balkanların ise, bindallılarda, halılarda, çinilerdeki gibi rengârenk...

Nedim’in lâle ve gül bahçelerinden bir yüzyıl daha geriye, bu kez Toroslara ulaşıp, Karacaoğlan’a kulak verelim:

“Bülbül ne yatarsın bahar erişti

Ulu sular göl olduğu zamandır

Kat kat oldu gül yaprağa karıştı

Gene bülbül kul olduğu zamandır

Gene bahar oldu açıldı güller

Figana başladı gene bülbüller

Başka bir hal olup açtı sümbüller

Âşıkların del'olduğu zamandır

Gene bülbül bilir gülün halinden

Yeter deli oldum yârin elinden

Âşık aşıp gelir yaya belinden

Yârdan bize gel olduğu zamandır

Gene geldi türlü baharlar bağlar

Bülbül figan edip kamuyu dağlar

Türlü çiçeklerle bezenmiş dağlar

Ulu dağlar yol olduğu zamandır

Karac'oğlan der ki geçti çağlarım

Meyve vermez oldu gönül bağlarım

Aklıma geldikçe durmaz ağlarım

Gözüm yaşı sel olduğu zamandır”

Gelenek ve göreneklerimizde baharın sembolü bir günümüz daha var. Hıdırellez. Mayıs’ın başında kutlayacağız.

Türklerin İslâmiyet’ten önce uyguladıkları yaz bahar ayinleri, İslam sonrası Kur’an’da yer alan Hızır’la kolayca birleşmiş. Hızır’ın kardeşi İlyas ile yılda bir kez buluştukları inancına ilişkin Hıdırellez gelenek ve görenekleri yüzyıllar ötesinden günümüze dek yaşamakta.

Kuşkusuz yaşamanın en anlamlı, en tatlı, en coşkulu dönemidir bahar. Bahar denilince aklımıza tomurcuklar, çiçekler, ağaçlar, gençlik ve neş’e gelmekte. Yapraklarının dahi açılmasını beklemeden, baharın gelişini müjdeleyen iki ağaç vardır, bileceksiniz. Divan edebiyatı şairlerinden günümüze dek pek çok şaire esin kaynağı olmuş:

“Ulaşırdım dudaklarına ben,

Elindeki şu erguvanın dalı olsaydım eğer,

Nice isterik ‘oh!’larla derinden

Burcu burcu içine dolacak.

Ve dudaklarından başka renk tanımazdım

Tanımazdım senden başka bahar,

İçinde açacak...

Yıldönümünde bu sihirli nisanın,

Elverir ki geçeceksin sen.

Erguvanî şafağında

O parkın ya da bahçenin...

Ve ben;

Yaşıyorken doruğunu pür heyecanın

Bekleyebilir miydim,

Bekleyebilir miydim yapraklarımın açılışını?

‘Günaydın meleğim,

Dudaklarının rengiyle ben geldim...’”

Evet, mimozalar çoktan geldi. Bu günlerde erguvanlar gelecek. Bahçelerimizi, parklarımızı, Boğaz’ın o güzel yamaçlarını ne güzel süsleyecek. Baharı müjdelemedeki aceleciliği gibi, yerini başka güzelliklere bırakarak çabucak gözler önünden uzaklaşacak.

Erguvanlardan yarınki yazımda da söz edeceğim.