Her yerden sızıyor ruhumuza. Kapı altlarından, en ince aralıklardan sızıyor karanlık.  Azıcık nefes almak için çıktığımız pencereler koyu, çok koyu bir karanlıkla karşılıyor bizi. Sanki karanlık güçlü elleriyle hepimizin birden boğazını sıkıyor.

İnsanlar çocuklarını öldürüp intihar ediyorlar. Hiç arkası kesilmiyor bu tür haberlerin. Nasıl bir çaresizlik kişileri bu noktaya getirir? Sadece maddi sıkıntıyla açıklanabilir mi bu durum? İnsan çocuklarına nasıl kıyar? İnsan çok sevdiğinden mi öldürür? Çocuklarını geride bırakmamak için mi yapar bunu? Bu sorular gibi onlarca soru dolanıyor kafamda. Hiçbir yanıt yeterli gelmiyor, hiçbir yere oturtamıyorum son dönem yaşadıklarımızı aklımda ve kalbimde.

Bizleri sevdiklerimiz yaşama bağlıyor. Belki de sevdiklerimiz en büyük çaresizliğimiz. Çünkü hem yaşama bağlarken bizleri aynı zamanda elimizi kolumuzu da bağlıyor sevmek duygusu. Asla karşımıza çıkarılan bu acıları analiz etmeye,  çözmeye çalışmıyorum. Bunu yapmak mümkün değil. Denemek bile sanki her şeyden vaz geçerek bu dünyadan gitmiş insanlara saygısızlık gibi geliyor bana.

Bedeli hayatlarla ödenmiş bir kararı kim tartışabilir ki?

Hani sorular soruyorum ya ‘’Neden?’’ diye; neden sorusunun bu noktada en doğru cevabı sanırım ‘’karanlık’’ oluyor. Parasızlık değil karanlık. Çaresizlik değil karanlık. Çünkü karanlık etrafımızı sarmakla kalmıyor ruhlarımıza da sızıyor. Gözlerimizden, ellerimizden, duyduklarımızdan, okuduklarımızdan, gördüklerimizden sızıyor içimize. Durmadan artıyor karanlık, hiç durmadan büyüyor. Koyulaşıyor, maddeleşiyor.

Belki farkında değiliz ama adım adım ilerliyor umutsuzluk. Örneğin iki buçuk yıl daha filtresiz çalışacak termik santraller artırıyor karanlığımızı. Hem mecazi anlamda hem de çevresine yaydığı dumanla yapıyor bunu. Bitkiler ölüyor, ağaçlar ölüyor. Yakındır üstümüze kuş ölülerinin yağması. Böyle bir haberi okuduğunuzda neden diye sormadan yapamıyorsunuz. Termik santrallerin filtresiz çalışması sahiplerine daha çok kazandırdığı için mi izin veriliyor? Hemen arkasından gelen soru ‘’Bu ülke kimin?’’ oluyor.

Doğamızı, toprağımızı kirletip yok ederek kendi yok oluşumuzu hazırlıyoruz. Bunun geri dönüşü olmuyor. On iki bin yıllık göl yok edildi. O gölü geri getirmek mümkün mü? Sizlere onlarca, yüzlerce örnek verebilirim bu konularda. Ormanları yok ederseniz orada süre gelen yaşamı da yok edersiniz. Yerine binlerce ağaç da dikseniz oranın orman olabilmesi için; orada yeniden ortak bir yaşam alanı yaratabilmek için onlarca yıl beklemek gerekir.

Karşımızda kocaman bir çaresizlik duruyor. Aşamıyoruz o duvarı. Aklımızdan geçene gücümüz yetmiyor. Milyonlarca insan arasında görünmez bireyler olarak sessizce geçip gidiyoruz. Tıpkı yağmur sularına kapılıp giden bir kibrit çöpü gibi sürükleniyoruz. Dinmiyor içimizdeki sızı. Hiç penceresi kalmadı ruhumuzun.

İnsanlar mutsuz ve huzursuz. Herkesin umudu hızla azalıyor. Acaba insan sevdiklerini öldürmeyi kaç gün düşünür; planlar? Geceleri defalarca kalkıp üstleri açılmış mı diye kontrol ettiği çocuklarına nasıl kıyar? Onları oynarken, gülerken görüp onları öldüreceğinin aklına gelmesi nasıl bir acıdır? İnsanın kalbi nasıl patlamaz, nasıl atmaya devam eder?

Kendi kendime sorduğum ve buraya bazılarını yazdığım soruların tek yanıtı yok; hepsinin onlarca yanıtı var. Her soru cümlesi ve yanıtları kafamda dönmeye devam ediyor. Bunalıyorum. Hangi perdeyi aralasam koyulaşan, katılaşan bir karanlıkla karşılaşıyorum. Törpülenmeye devam ediyor aklımız. İçimizin ince testeresi ruhumuzu ortadan ikiye bölmek için çalışıyor.

Hepimizin bir derdi var duruyor içimizde.