Yaralanmamış insan var mıdır? Yarası kapanmış, tamamen kaybolmuş insan var mıdır? Sahip olduğumuzu sandığımız akıp giden zamanın; içinde yer aldığım bu evresinde bu iki soruyu düşünüyorum. Hatta yaralanmamış canlı var mıdır diyerek genişletiyorum bu soru cümlesini. Ve ekliyorum; ruhu olan her canlı yaralanır.

Muhtemeldir ki dünya üzerinde yaralanmamış canlı yoktur. Biz insanlar da bu kategorideki  en  muzdarip kesimi oluşturuyoruz. Korkunç olan bir kere yaralanmışsanız eğer asla tam olarak o yaranın geçmeyeceği, izinin kalacağı gerçeğini anlamaktır. 

Yara; bizleri büyüten, sonsuza kadar değiştiren etkidir. Bazen farkına bile varmayız (en azından olduğu anlarda) yara armağan olabilir bizlere. İyi yönde büyütebilir, öğretebilir, değiştirebilir bizi. Süreye bağlı olarak iyileşebilir yara ama izi sonsuza kadar bizimledir. Annemizin adıyla ve yaralarımızla gömülürüz mezarlarımıza.

Vücudumuza açılan yara ruhumuzda; ruhumuza açılan yara vücudumuzda iz bırakır. Hangisi hangisinden daha çok acıtır bilmiyorum. İyileşme geçicidir. Bir gün yeniden kanamaya başlar. Yeniden anımsanır ya da anımsatır kendini. Unutmak kutsal bir eyleme dönüşür. Ve durmadan dilenir dualarda.

En çok sevdiklerimiz veya sevmek, sevilmek istediklerimiz yaralar bizleri. Acı kalıtsaldır. Mutlaka aktarılır yeni nesillere az veya çok. Ruhumuzun incelen yerinden girer sızı, hiç değişmez gerçeğimizdir bu. Çocukluğumuzda açılan yaralar ömrümüz boyunca taşıyacağımız izler bırakır. Yara izlerimizle gömülürüz, yaralarımız öteki dünyamızı da belirler.

              ''kapanmaz yağmurun açtığı yaralar/çocuklarda''

Açılan ve asla kapanmayan yaralarımız var hepimizin. Onlar büyüttü bizleri. Dokundukça  hissettiğimiz izler kaldı ama asla tamamen kapanmadı. Kapanması da mümkün değil. Derinlerde yeniden kanayacağı günleri  bekliyor.  Bize düşen yaralarımızla barışmak. Tek çaremiz bu. Barışmak, kabullenmek ve utanmamak. İyileşmenin ve nefes almanın tek yolu. Umarım bir gün herkesin acısı anıya dönüşür.

Değişmeyen kurallardan biri de en çok sevdiğimizin canımızı en çok yakan olması. Ruhum sen benim canımı en çok yakansın demiştim bir yerlerde. Belki severken savunmasız oluşumuz, belki de sığınmak istediğimizin itmesi/dışlaması yaralıyor bizleri. Sonuçta hepimizin incelen yerinden giriyor sızı. Hiç kimseye açmadığımız, göstermediğimiz parçaları var ruhumuzun. Orada saklıyoruz bazı acılarımızı, ruhlarımızın en derin yerinde duruyor hepimizin kara kutusu. 

Geçmişi değiştirmek mümkün değil. Geleceği öngörmek de. Yaralarımızla barışmadığımız sürece geçmişte yaşamaya ve ''neden?'' diye sormaya devam edeceğiz; neden diye başlayan soruların ömre zararını bilerek.  Geçmişle savaşın bitmemesi; gelecek için duyulan kaygı içinde olduğumuz zamanı, yaşadığımız anı ıskalamak demek.

Yaralanmamış insan var mıdır? Yarası kapanmış, tamamen kaybolmuş insan var mıdır? Sorularını insan ömrünün evrelerine göre düşünmek ve sormak gerekiyor belki de. Çocuklukta oluşan yaranın izi farklı, gençlikteki farklı. Zamana bağlı olarak kalan izler değişiyor. Annenizin ya da babanızın açtığı yarayı çocuğunuz iyileştirebiliyor.

Kendime sorduğum ilk sorunun cevabı; yaralanmamış insan yoktur. İkinci sorunun  cevabı ise iyileşmiş insan  vardır. Bir gün karşımıza elimizden tutacak ve bizi o karanlıktan çıkaracak insan, dost, sevgili, arkadaş, anne, baba, çocuk, aşk çıkar mutlaka. Tıpkı aynı insanların bizleri yeniden yaralayabileceği gerçeği gibi.

Kısaca hepimizin yaraları var ve

                      '' iyileşmiyor işte dosta gösterilmeyen yara''