Bazı insanlar kavga için vardır bu dünyada bazıları sevmek için. Sevgi ya da sevme yetisi tanrının insana verdiği bir armağan. Kavga ise bunu içinde taşıyana büyük bir ceza.

Anadolu insanının ruhunda can bulan tasavvuf düşüncesinin de özü kavgadan, öfkeden, nefretten kurtularak sevmeyi öğrenmek değil mi? Sınırsız bir sevgiden söz ediyorum; bizi saran bu yaşam içindeki dokunduğumuz, gördüğümüz canlı ve cansız varlıkların hepsini sevmek ve saygı duymak gerekiyor; Mevlevilerin suyu içmeden önce bardağı, yemeğe başlamadan kaşığı öpmesi gibi. Bizlere armağan olarak verilen yaşama duyulan saygıdır bu.

Ne yazık ki kendi kültürümüz içinde yarattığımız o muhteşem felsefeyi yeterince bilmiyor ve özümseyemiyoruz. Irmaklar kirlenmesin diye tasla aldığı suyla ellerini dışarıda yıkayan insanların yarattığı felsefedir bu. Günümüzde ise hiçbir şeye aldırmadan kirleterek, yakarak,  yıkarak ilerliyoruz. Ruhu aç olanları doyurmanın olanaksız olduğunu anlayarak.

Sevmek; katlanarak artan bir duygu. Bu dünya üzerindeki bütün canlıların sevilmeye ihtiyacı var. Sokakta köpekleri, kedileri severseniz bir süre sonra sevilmek için başlarını uzattıklarını göreceksiniz. Aynı durum insanlar için de geçerlidir. Ahmet Erhan anlatmıştı; köpeğini seven insanlara içinden ‘’ne olur beni de sevin’’ diye yalvardığını. Birilerinin yalnızlığı asla geçmiyor.

Sevgi iyileştirir ve dönüştürür. Bu dönüşüm iyi yöndedir. Galiba iyileşmenin yolu kendi ruhunu görmek ve kişinin yaralarıyla yüzleşmesinden geçiyor. Bu yazının başlığındaki dosta gösterilen yara; acımızla yüzleşmek ve onu itiraf etmek demektir.  Yani ‘’ iyileşmiyor işte dosta gösterilmeyen yara.’’

Hepimiz yaralıyız biraz biliyorum. Ve hepimiz yaralanmaya devam edeceğiz. Aldığımız yaralar karşısındaki tutumumuz belirleyecek gideceğimiz yolu.

İçinde nefret, öfke, kin taşıyan insan asla huzuru bulamaz; sürekli kavga ve birileri ile yarış halindedir. Hep birilerini geçmek ister. Yaşamın anlamı onlar için birilerini karşı kazanmaktır. Asla sevmeyi öğrenemezler. Beklenmedik anlarda gerçek yüzleri açığa çıkar; hastanede yatan çocuğu için endişelenen babaya ‘’ölürse ölsün bir çocuk daha yaparsınız’’ diyen birini duyarak şahit oldum buna. Bu türde örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu dünyada insan olduğu için acı var.

Kavga eden ve seven iki insan; ikisi de yaşamını sürdürüyor. Birisi huzurlu, dingin; birinin içinde ruhunu kemiren demir dişler var; hangisi olmayı isterdiniz? Sanırım kimse huzursuzluğu seçmek istemez ama çoğu kişi farkında bile olmadan o karanlıkta kalır.

Mevleviler olumsuz cümle kurmuyor hiç. Yani bir anlamda kavga etmiyorlar. Öldü demiyorlar yürüdü diyorlar. Gömdük demeyip sakladık, sırladık diyorlar. Işığı söndürmüyor dinlendiriyorlar. Şöyle bir düşünün yaşamınızı ve o yaşamın içinde hiç olumsuz cümle kurmadığınızı veya duymadığınızı böyle bir ortamda her şey daha katlanılır ve huzurlu bir hale gelmez mi? Dünyayı kana bulayan, milyonlarca insanın ölümüne neden olan kişinin tek kitabının adı ‘’Kavgam’’ değil mi?

Bazıları kazanmak, yenmek, en büyük olmak için çabalarken Neyzen Tevfik’in boynundaki muskada ‘’HİÇ’’ yazıyor. Galiba hepimiz için hiçlik ilmini çalışıp  eriyerek yaşama karışmak için geç değil.

Sevmeyi öğrenmeden yaşamaya başlayamıyor insan. Yaşam bizlere verilen bir armağan; bu armağanı nasıl değerlendireceğimiz bizlere kalmış. Yaptığımız seçimlerle belirliyoruz bunu. Mutlu olmanın tek yolu sevme yetisini kazanmaktan geçiyor.

Gerçek mutluluk sevginizden dolayı hissettiğinizdir.

Seversek iyi insanlar oluruz hepimiz.