Darülaceze'ye gittiğinizde sizi, büyükçe bir kapı, kapıdan girdikten sonra ise bambaşka bir dünyanın tam ortasında bulunan yemyeşil bir bahçe karşılar. Çardakların altında toplanmış oturan, yürüyüş yapan, dinlenen, kendi aralarında konuşan Darülaceze sakinleri bir yabancı gördüklerinde hemen dikkat kesilir hatırlanmış olmanın mutluluğuyla sizin gözlerinize bakarlar. Bekledikleri tek şey samimi bir selam, sevgi dolu bir bakıştır. Darülaceze'nin kuruluş süreci 1877 Osmanlı-Rus Savaşına kadar uzanır. Bu savaşın ardından Rumeli'de elimizden çıkan bölgelerden göçler başlamış, Temmuz 1877-Eylül 1879 arasında İstanbul'a dört yüz bine yakın göçmen gelmiştir. Bu göçler ile kentin yaşam düzeni bozulmuş sokaklar evsiz barksız, hastalar, sakatlar, kimsesiz çocuklar ve dilencilerle dolmuştur. Darülaceze Abdülhamid tarafından din, mezhep ve ırk ayrımı gözetmeksizin, dilenmek zorunda kalanların barınacağı bir yer olarak tasarlanmıştır. 31 Ağustos 1895 günü Dahiliye Nazırı Halil Rıfat Paşa tarafından Abdülhamit'e teslim edilmiştir. 

4 YILDIZLI OTEL GİBİ

Darülaceze'de sanatla uğraşan sakinler için düzenlediğimiz ziyaret sırasında bizlere eşlik edecek olan Gürhan Gökçe ile hem Darülaceze sakinleri hakkında konuşuyor, hem de rehabilitasyon merkezine doğru ilerliyoruz. Şimdiden anlıyorum ki buradaki sakinleri mutlu etmek için ilgililer ellerinden geleni yapıyorlar. Yazın bahçede yazlık sinema, yat gezileri, eğlenceler ve daha birçok sosyal etkinlik yapılıyor. İsteyen odasında duş alabiliyor fakat onun dışında sakinlerin hamam günleri oluyor. Gürhan Bey Darülaceze'nin dört yıldızlı otel standartlarında olduğunu söylüyor. Zaten burada yaşayanların memnuniyetinden bizler de az çok bunu anlayabiliyoruz. 
Herkesin bir geliş hikayesi var...

NELER YAŞANMIŞ NELER

Rehabilitasyon merkezinde öncelikle beş altı kişilik bir resim atölyesine geçtik. Gözümüze ilk çarpan şövalelerin üstündeki  yağlı boya tabloları oldu. Masalarda karakalem çalışmaları, renk renk boyalar vardı. Biz odaya girer girmez bütün gözler üzerimizde toplandı.

Öncelikle Talip Aydoğan'ın yanına gidiyorum. Bize ilk olarak şunları söylüyor: "Burada bizim size ihtiyacımız var. Bizler gelmenize çok seviniyoruz, inan ki bak. Ben 3 buçuk senedir buradayım, 1955 doğumluyum. Orduluyum. İşte başımdan bazı olaylar geçti. Bir evim yandı, birisi de sele gitti. Üç kere trafik kazası geçirdim, beş kere yoğun bakımdan çıktım. Eşim de beni bıraktı gitti, sonunda buralara düştüm işte." 

Talip amcanın yaptığı resimler oldukça güzeller. Tam masasının önünde duran şövalede yağlı boyayla yapılmış bir Abdülhamit portresi duruyor. Örnek olarak baktığı resimleri  bire bir çizebiliyor. Ormanlar, dağlar, denizler, eski İstanbul sokakları, çiçekler, insanlar, hayvanlar çizmiş.  Hem yağlıboya, hem karakalem, hem de kuru boya çalışmaları var. 

Çocuklarını sorduğumda: "Öldüler" dedi, o kadar.

GAZETE KAĞIDINDAN ÇANTA YAPIYORLAR

Resim atölyesinden çıkınca hemen karşıda dokuma atölyesi var. Biz bir alt kata iniyoruz. Burası geniş bir atölye oldukça kalabalık herkes bir şeylerle uğraşıyor.  Kimisi bir masanın etrafına toplanmış gazete kağıtlarından el yapımı çantalar üretiyor, kimisi elindeki çubuklara yün ipleri bir sağdan bir soldan geçirerek örgüler yapıyor, kimisinin önünde dokuma tezgahı var. Herkesin bir işi, işlerini yaparken kurduğu bir hayali var.

Gazete ve el işi kağıtlarıyla el yapımı çantalar yapılan bir masanın başına gidiyorum. Gazete kağıtlarını bantlayıp daha sonra katlaya katlaya küp şekline getiriyorlar ve bunları bir araya getirerek harika çantalar yapıyorlar. Gazete kağıtlarını katlayan Mustafa Nemli Darülaceze'ye gelmeden önce Fatih'te yaşıyormuş. 1933 Çankırı Ilgaz doğumlu. Darülaceze'ye geliş hikayesini sorduğumda "Evinde otursaydın olmaz mıydı? Neden geldin diyorsun yani" diyerek sert bir cevap verdi ve devam etti "Ben emekli memurum, İmralı'da 30 sene yönetici olarak çalıştım. 1960 darbesinde oradaydım. Şimdi 85 yaşındayım, akrabam çok, çağırıyorlar fakat ben gitmiyorum" dedi ve gözlerini yaptığı işe çevirdi. 

ALÜMİNYUM FOLYODAN KABARTMA RESİM

Ben bir köşede  alüminyum folyo üzerine  rölyef  çalışma yapan Mehmet Atok Çetinbilek'in yanına gidiyorum. Bir resmi folyonun üzerine çizip sonrasında ters çevirip kabartıyor, resmin bazı yerlerini ise noktalama çalışmasıyla işliyor. Folyonun yırtılmaması için de büyük bir dikkat gerekiyor. Hemen arkadaki cam vitrinin içinde yaptığı çalışmaların bir kısmı duruyordu; yelkenliler, papatyalar ve bir çoğu. Hepsi hayran kalınacak eserler. Mehmet amca Darülacezeye geliş hikayesini şöyle anlattı:

"Yalnız kaldım, sağlık problemlerim oldu, hayatımı devam ettirecek durumum kalmayınca buraya geldim. 60 yaşındayım. Esnaftım, iflas ettim, eşimden ayrıldım. Bir kızım var arada ziyaretime geliyor. Yüzde 78 engelliyim. Rahatsızlıklarım var, yapay damarlarla yaşıyorum."

"HAYATA KÜSMEDİM"

Havva Balcan gözlerinin içi gülen bir kadın. 18 yıldır Darülaceze'de yaşamını sürdürüyor. Tek kolu ve tek bacağı felçli, önündeki örgü tezgahını bir ayağıyla itip bir eliyle çekiyor. Yanına oturduğumda başlıyor çocuklarından bahsetmeye: "Oğlum, çocuklarının adlarını annesinden esinlenerek koymuş, ben Havva, en büyük torunumun adı Yağmur, onun küçüğü Bulut." 

"Ziyaretinize geliyorlar mı?" dediğimde "Çok uzakta oturuyorlar..." diyor ve bir acısı canlanıyor adeta içinde. Sonra devam ediyor: "Bir varız, bir yokuz. Yüz yaşına kadar yaşayacak mısın? Onun için anneni, babanı say, onları sev, onlara anneciğim, babacığım de. Bir gün de sen ihtiyar olacaksın. Onları sevmezsen seninde çocukların seni sevmez."

Nasihatlerin ardından beni uğurlarken seslendi: "Hayata küsmedim işte, küsmedim."  


Haber: Ayşe Sema Sayar (İAHA)
Fotoğraf: Sinan Daşpınar (İAHA)